Düzbeyaz Bey’in Kelebek Leşi Koleksiyonu
“Ruhum bedenden oynar
Yadıma sen düşende…”
— “Bu Gala Daşlı Gala”
“Serin tirenler dilerim,” demişti. Ruha nasıl dokunulur iyi biliyordu. İlk tiren yolculuğum sonlandığında biraz sarsılmış, biraz da üzülmüştüm. Şehirler arası yolculuklar tirenlerle, tirenlerse sek güzeldir. Tüm bunlar ne hakla ve ne amaçla bir araya geliyor, bilmiyorum. Sadece, sadece ruha dokunan bir dilek ve bir hatıra ile başlamanın iyi olacağını düşünmüştüm.
İyi olmadı.
Yapamadığım girişler yüzünden dünyaları kaybetmiştim. Son kaybım tirenler olduğundandı sanırım bu çabam. Dünyanın en temiz dileğinin serin tirenler olması gerektiğini düşlemiştim. Oysa son tirenden inip de o dükkânın önünden geçene kadar daha fazlasını kaybedemeyeceğime inanıyordum.
Onu gördüğümdeyse…
Onu görürken kaybetmiştim.
Kaybı ona ilk bakışta yaşamanın tarifi imkân dâhilinde değil. O ana kadar bir şeyi kaybetmek için önce elde etmek gerektiğine inanmıştım. Neticesinde, sizin olmayan bir şeyi kaybedemezsiniz.
Yanılmışım.
Çünkü ben, gördüm ve kaybettim.
O andan sonra Kadıköy’ün bütün vitrinleri üstüme, bütün sokak levhaları üstüme, bütün güler yüzlü iyi adamları üstüme devrildi.
Son serin tirenden hiç inmemiş olmayı, istasyonda o tirenle birlikte paslanıp gitmeyi istedim. Ölü bedenimi rayaltına gömseler kabulümdü. Fakat daha sonra bu hususta düşündüğümde, eğer birileri az sonra nakledeceğim konuşmayı yapmadan evvel beni bir yerlere gömseydi; oradan çıkıp geleceğimden emindim. Mezar, toprak, ray falan da dinlemezdim üstelik.
Gömülü olmamanın verdiği avantajdan yararlanmak istediğimden mi bilmem, kaybettiğime doğru bir iki çekimser adım attım. Dükkân da bana bir iki adım attı gibi oldu, emin değilim. Camekân gözlerini kırpıştırdı biraz, sokak hafifçe öksürdü. Kadıköy sentetik bir çekim sızdırmaya çalışıyordu; kaybedişim ile tanışmam için.
Semtinin sözünü dinleyen bir adam olmuştum daima. Dükkândan içeri girdim.
Kapı gülerek karşıladı beni.
* * *
“Merhaba!” dedim.
Yanıt vereceğini ummamıştım. O da yanıt vermemişti zaten. Selamım havada kalmamış gibi devam ettim. “Ne güzel bir gün, öyle değil mi?”
Tam burada, “Tirenlerin kalktığı bir günü güzel bulma hakkını kimden alıyorsunuz?” diye soracağını düşündüm.
“Vallahi kimseden değil, fakat ben sizi görünce… bakın mezarımdan kalktım da geldim.”
“Hangi mezar, ne saçmalıyorsunuz siz?” Biraz şaşıracak, e biraz da korkacaktı. Mezar falan hiç söylenecek laf mıydı! Ama ben gizemimden ödün vermeyecektim. Gizem önemliydi.
“Rayaltı mezarından bahsediyorum, ne önemi var. Şimdi buradayım ya.”
Anlamaz gözlerle bakacaktı elbet, fakat ben de duracak mıydım? Patlatacaktım bombayı: “Neden bir kahve içmiyoruz?”
Utanacaktı. Herhalde mezardan gelmiş birisiyle kahve içmenin yakışık almayacağından falan bahsedecekti. Ona beni anlaması ve bana bir şans vermesi için yalvaracaktım… kalbine dokunmak, kalbinden aşağı atlamak istediğimi net bir şekilde izah etmeye çalışacaktım.
Kalbinden atlayacak ve düşerken; onu nasıl bu kadar devce sevebildiğimi düşünecektim. (Acaba sevmesem mi?)
Kızıl saçlarından bir bukleyi yanaklarından sıyırıp kulak arkası edecek; belki de saçla birlikte sözlerimi de kulak arkası edecek… Kaale alınmadığımı sanıp dehşete düşecektim. Kahverengi gözleriyse tam aksini söyleyecekti de öyle durulacaktım. “Naz yapıyorum, anlamıyor musun?”
Benim gözlerim de aşağı kalmayacak, “Öyle de, canımı ye yahu!” deyiverecekti. Sonra utanacaklardı tabii, böyle bir hatuna canımı ye denir miydi? “Ciğerim!” diye hitap etmediğim kalmıştı bi. Ahmak ben! Gözler özür dilerken dudaklar konuşacaktı: “Teklifimi düşündünüz mü, tek bir kahve?”
Lütfen.
Sorumu yanıtlamak yerine diyecekti ki: “Kelebekleri sever misin Düzbeyaz?”
Bir an afallayacağım. Adımı nereden biliyordu? Ne çabuk sen olmuştuk… Hemen sonraysa afallamama afallayacağım, bu kadın her şeyi bilebilirdi çünkü. Sonsuz bir us sahibi olmalıydı; karşısındakinin usunu piç gibi hissettirecek bir sonsuzluk bu. Öyle yan yatmış uyduruk sekizlerden değil yani, sonsuz.
Sonsuzluktan onsuzluğa düşüverecekti aklım, teklifimi duymamış edası yüzünden alınacaktım ona. Kırgın bir sesle, “Severim, zararsız hayvanlar…” diyecektim.
Bu sefer o afallayacaktı; Tanrım, yarım sayfada ne çok afalladık! “Bir hayvanı sırf zararsız olduğu için mi seversin sen?”
Öyle demek istemediğime onu inandırana kadar dilimde tüy bitecekti. Sanırım onun sırtındaki beyaz tüyleri de tam o esnada görmeye başlayacaktım. Bir çift kanat! Kadıköy’ün kelebeksever meleği…
(Kelimelerle oyun oynadıkça, onların da benimle oyun oynadığını hissediyordum.)
Melek de nereden çıktı!
Karışıyor, karışıyor… Hepsi karışıyor! Görüntüye odaklan. Görüntüye odaklan!
“Peki, neden seversin?” diye soracak, insana durduk yere sevgiyi sorgulatacaktı. Her kadın yapar bunu. “Neden seversin?” derler ve sonra da kuruldukları yerden cevabı beklerler. “Sana ne be kadın!” diyemezsin. Çünkü onlar cevabı beklerken, edebiyat denen orospu da parçalanmayı bekler. Edebiyat parçalanmalı ki kelebek sevgisinden kahve içmeye giden o engin yol bir anda aydınlanıversin!
“Severim çünkü,” dersin… ve içinden tamamlarsın, “Çünkü öyle olması gerekiyor ulan!” “… çünkü sadece ben, kelebeklerin gözlerinden senin yansımanı görebilmek için, Kadıköy’deki tüm kelebekleri buraya dizebilirim! Ve severim, bu deliliği yapabileceğimin cesaretinden doğan bir ihtirasla severim. Deliliği, kaynayan kanı ve o gözlerde parlayan seni severim.”
Kimse de demez işte tam bu noktada, tam da bu noktada! “Yavaş yürü kardeşim! Henüz kahve dahi içemediğin bir kıza, ilanı aşk ettin, n’aaapıyorsun sen!” Yok, demez. İşte tam, tam da bu noktada, evet evet, kimse demez ki: “Onu tanımıyorsun bile!” Demezler işte: “Sevemeyeceksin belki!”
Bahsetmiştim ya. Hiç bilmiyorum giriş yapmayı. Güya kahve içecektik ama bakın, görün! Nerelere gitti konuşma. Sadece vitrinden sokağı seyretmekle suçlu bir kadına ilan vermiştim aşkımı, hem de tam sayfa.
(O son serin tirenden inmeyecektik!)
Ama indiysek de… dünyayı son serin tirene çevirmek bizim görevimiz değil miydi?
“Kelebekler diyorduk,” diyecekti. “Kelebeklerden bahsediyorduk ama sen, Düzbeyaz, sen çok hızlısın…” Gülecek elbet. Komik çocuğum, tabii ki gülecek. Vitrin de onunla birlikte gülecek ama tam ben ona baktığımda susacak.
Vitrinleri suçüstü yakalamak kolay değildir.
“Tamam,” diye de devam edecek. “Hadi getir tüm kelebekleri. Onların gözlerinden kendimi görebilirsem eğer; bir kahve çekirdeğinden de bizi görebileceğimden hiç şüphem yok. Sadece getir onları, burada bekliyorum!”
Ölü ya da diri, Kadıköy’deki tüm kelebekleri sana getireceğim. Eğer benim adım Düzbeyaz ise, o kelebekler bu dükkâna gelecek! Kapıyı çarparken arkamdan homurdanarak çıkan dükkân sahibini umursamadım bile, kelebekler beni bekliyordu.
Kadına adını sormadığımı fark ettim ve de hiç durmadım, adını Billur Kadeh koydum. Kelebekler beni, Billur Kadeh beni, dükkân beni, vitrin beni, homurdanan adam beni bekliyordu. Keşke tirenler de bekleseydi. Raylar, istasyonlar, istasyon görevlisinin düdüğü (bilhassa o!) bekleseydi.
O serinlik hepsine bedeldi.
Görürken kaybettiğimi kazanmak için, Kadıköy sokaklarını kelebekler için kıyamet vaktine çevirdim. Sözcükler bana eşlik etti.
* * *
Cevap yerine son nefesini veren insanlar tanırdım. Bana, “Bey!” diye hitap ederlerdi. Birisi öldü, diğeri de öldü sonra ve bir ben kaldım kendime “bey” diyen. Aynalarla konuşurken o da… Diyordum ki: “Düzbeyaz Bey, şimdi ne olacak? Nasıl olacak? Bu uçurum nasıl kapanacak, nasıl dolacak ya da ne bileyim; her şey yoluna nasıl girecek? Kabul et Düzbeyaz Bey’im, sen kaybettin ve kim kazandı biliyor musun? Düzbeyaz’ım… Sen kaybettiğinde kimse kazanamaz! Çünkü oyun oynadığını sanırsın, sürekli birileriyle yarışırsın falan ama; ortada kimse yoktur ki Düz? Mesela… Mesela kovaladığın tirenleri düşün. Onları neden kovaladın beyim? Daha yüz metrede soluğun kesilip kaldığında hani, o gün kim kazanmıştı sence? Makinist mi? Tiren mi? İstasyon mu yoksa… Yoksa kim! Kim, neden kazansın böyle bir yarışı Düz? Kimse kazanmaz. Ama sen kaybedersin. Sen hep kaybedersin.
“Bir gün, bi vitrinde hayatının kadınını gördüğünü sanırsın da; kan beynine sıçrayıp hüzünlüce geri çekilirken (bunların hepsi de bir saniye içinde olur) anlarsın ki kaybetmişsin. Bir serin tireni nasıl kaybettiysen onu da öyle kaybetmişsin…
“Ama Düzbeyaz Bey’im… Madem kaybettin, neden bu iddia peşinde koşmaktasın hâlâ? Ne demek: ‘Kadıköy’deki tüm kelebekleri buraya dizebilirim?’ Düzbeyaz sen avcı mısın? Değilsin değil mi? Neden gelmiyorsun kendine? Bak beyim, sana bir çift lafım olurdu ama bu ayna daha fazlasını kaldıramaz, bilirsin. Git hadi seni bekliyorlar.”
* * *
O gün kaç kelebek yakaladığımı hatırlayamadığımı hayal ediyorum. Çizgi filmlerdeki o ucunda ağ olan tahta çubukla üstelik! Kadıköy bir kelebek soykırımına şahit olduğunu düşündüğü için biraz öfkeliydi. İnsanlarından bahsetmiyorum, ortada bir ad aktarması yok yani. İnsanları bunu dikkate almaz çünkü. Direkt semtti kastettiğim; semtin ta kendisiydi! Bu öfke karşısında ilk başta ne yapacağımı bilemedim. Ardından kaybedişimden gelen bir güçle, daha gözü pek bir avcı edası takındım. Gün sonunda, bana kalırsa, yüzlerce kelebeği sığdırdığım devasa bir kavanozla yeniden dükkâna dönüyordum. (Bana hep kalır.)
Billur Kadeh beni gördüğüne şaşıracaktı. Öyle olmalıydı. Sözümü tuttuğuma mı şaşıracaktı, başarmış olma ihtimalime mi? Kavanozu ayaklarının dibine bırakacak ve kavanozun kapağını açıp gözleri ortalığa saçacaktım. Hâlâ diri olanları biraz uçuşmaya çalışacak, Billur Kadeh’in eteğinde zil çalacaktı. Çünkü bazıları zaten zil zurna sarhoş olacaktı. Kavanozdan çıkmamakta ısrarcı olanları ise, ben boca edecektim dünyaya.
Atmosfer dolacaktı kelebeklerle. Bir kısmının cansız olması önemli değildi; çünkü gözler… Gözler açıktı ne de olsa! O ufak gözlerden yansıyan Billur Kadeh’in aksine bakacaktım. Aksi gibi Billur Kadeh de bakacaktı ve ben, bir kahvenin çekirdeğine gömdüğüm umutlarıma sarılıp: “Eee?” diyecektim. “Ne düşünüyorsun?”
(Kanatların nerede, gitmişler?)
“Düzbeyaz… Bunların yarısı ölmüş!” Dehşete düşmüş sesi beni de dehşete düşürecekti. Onca kelebeği sağ salim getirmemi nasıl beklerdi? Kahve çekirdeğinde küçük bir çıtırtı duyar gibi olacaktım.
Koleksiyonumun onu etkilememesi… Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Ben her gözde bir Billur Kadeh görüyorsam, ben her gözde bir Billur Kadeh görüyorsam ve ben… Ama o?..
Kaybedişimi belgelemek istercesine ince bir tebessüm salacaktı dükkâna. “Böyle olmaz…” diyecekti. “Böyle olmaz ki Düzbeyaz… Ölmüş bunlar, ölü kelebek bunlar, leş yani anlıyor musun? Bir leşin gözünden kendimi görmek, beni hasta hissettirir. Mutlu değil!”
Kulaklarım dükkândan çıkıp gitmek isteyecekti. Ya da hâlâ yaşayıp da kendisini vitrin camına vurup duran bir iki kelebek vardı kıyıda. Onlardan feyzalabilirlerdi, kulaklarımın özerkliklerini ilan ettikleri kesindi. Bu sözleri duymayı hak etmemişlerdi.
Hâlbuki gerçekten yaşayan en az yüz kelebek vardı.
Kaybeden insan; kaybettireni nasıl memnun edebilirdi? Bir tireni (serinceyse üstelik) memnun etmek ne kolaydı… Binip gitmeniz yeterdi. Tiren daha fazlasını istemezdi, sizi götürürdü herhangi bir yere. Çok da önemi olmazdı, neden olsundu ki? Serin bir tiren asla nasıl başladığınızı dert etmezdi. Tıpkı nasıl bitireceğinizi dert etmeyeceği gibi.
Yerden bir avuç kelebek alacaktım ve hayal içinde hayal edecektim: Bunlar birer kahve çekirdeği!
Hepsini Billur Kadeh’in suratına fırlatacaktım. Kadeh kelebeklerle dolup taşacaktı ve kimse bir yudum bile alamayacaktı bundan gayrı o kadehten. Kahve çekirdekleri bir anda kelebeğe dönüşecekti fakat. Hayalin içinde ikinci bir hayali kurması zordur. Bunu sadece birkaç saniyeliğine kurabilirsiniz; ama yeter.
Kurduğunuz ikinci hayal çalana dek kahve çekirdekleri hedefine ulaşmıştır ne de olsa.
“Düzbeyaz… Ya kazansaydın?” diyecekti. Hiç utanması yok muydu acaba?
Sanırım yoktu.
“Ben kazanmam. Kaybederim ama asla kazanmam. Yine de Billur, kimse kazanmadı, bunu biliyorsun değil mi? Ne kelebekler, ne kahve çekirdekleri kazandı. Ne sen kazandın ne de ben kazandım. Ben hâlâ bu gözlerde seni ve seni ve seni görüyorum ama kaybettim işte, hepsi bu. Midemde kelebekler uçuşmuyor, bak Billur. Midede kelebekler uçuşmaz hiç, bu çok saçma. Hem böyle aşk tanımı mı olur Allah aşkına? Seni gördüğüm an kaybetmemden daha büyük bir tanım olabilir mi aşk adına? Ruhum bedenimden nasıl oynadı, onu hissedebildin mi? Yerde çırpınan ya da vitrin camekânına çarpıp duran kelebeklerin aklından geçenleri okuyabildin mi hiç? Hayır mı? Ezilip un ufak olan kahve çekirdekleri hakkında da bir fikrin yoktur o zaman. Yok değil mi? Evet, yok!”
Beyaz yanakları ilk defa bu kadar kırmızı olacaktı belki de. Bir gayret sözcükleri toparlamaya, onlarla inşa edip saklanabileceği güvenli bir sığınak yaratmaya; ya da en azından yıkıcı olmaya çalışacaktı, ama olmadı.
Hayal yetmedi.
Tüm büyü bozuldu.
* * *
“Kardeşim, sabahtan beri şu kuklayla konuşup durursun; bir şey demedim. Be adam bari dükkânın ağzına sıçmasaydın, bu kelebekleri ne diye taşıdın buraya? Hasta mısın? Allah aşkına çık git şuradan. Vallahi polis çağıracağım!”
“Hadi lan ordan! Kuklaymış!” demedim tabii. “Üzgünüm,” dedim sadece. Kanatları nereye gitmişti ya?
Billur Kadeh’i selamlayıp çıktım oradan. Bir daha da geri dönmedim.
O günün üzerine çok düşündüm. Onca kelebeğe rağmen bana bir kahveyi çok gören o kadını çok düşündüm. Ama bir daha geri dönmek aklımın ucundan bile geçmedi.
Bir daha kaybetmeyecektim çünkü. Karşımda kazanan olmadığı müddetçe, bir daha hayatta kaybetmeyecektim!
Şimdi görsünlerdi bakalım, kuklaymış…
Bir kukla nereden bilecek kelebekler neden ağlar ya da kahve çekirdekleri nasıl un ufak edilir?
SON
9 Mayıs 2012
1 Yorum
çok naifti, kelebekler gibi.