Kara Conta | Öykü

Yazarın Notu: Bu öykü bir nebze olsun küfür içeriyor, bilginize.


İthafsız kalışıma ithafen…

0. Başlangıç

“Aşk da inanç gibi sürekli yenilenmesi ve sorgulanması gereken bir şeydir.”
“Muska” – Sadık Yemni

Nasıl başlayacağımı bilemiyorum… Öncesinde ne plan, ne de bir program yaptım. Size her şeyi öylece anlatacağım. Biliyorum ki en azından birkaçınız beni anlayabilecek. Ama başlamadan önce, sizinle birkaç konuda anlaşmak istiyorum…

Parmakları olmayan bir piyanistin, dünyanın en güzel parçalarını çalabileceğine inanabilir misiniz? Nefessizlerin, biz derin uykular içindeyken, nefes dâhil pek çok şey yürüttüğüne aklınız keser mi? Ya peki gerçeğin mayasının yalan olduğuna? Çok ufak bir şeyin, akıl almaz olaylara sebep olabileceğine? Ölümle yaşamı ayıran gizemin, ince bir çizgide değil de; boktan bir hayalin içinde saklı olduğuna? Fırtınanın ötesine inanabilir misiniz?

Hayır mı? Üzgünüm, size yardımcı olamayacağım… Cevap evetse, yaşadıklarım mürekkeple buluşmaya az sonra başlayacak!

Yapmanız gereken tek şey devam etmek, tıpkı benim o yağmurlu günde yaptığım gibi…

1. O Yağmurlu Gün

“Bir fırtına geliyor der Frank.”
Donnie Darko

O yağmurlu günü her hatırlayışım aynı hislere gebedir. Yağmuru severim. Ama yağmuru seviyor olmam, ardından gelen fırtınaya da aynı hisleri besleyeceğimi göstermez. Yine de bir yazar, fırtınadan kaçmamalı. Çünkü biliyorum ki her fırtına, bir mucizeyi gizlemek için dünyanın üzerine fırlatılan koyu bir örtüye benzer. Eğer örtüyü aralayabilirseniz, altındaki öze ulaşabilirsiniz. İşte bu öz, bana yazmak için sermaye sağlayan şey. Parmaklarıma güç veren, beni diğerlerinden farklı yapan.

“Sadece bakan gözler görebilir.” Sözü de duruma oldukça uygun. Ya da günümüz şartları söz konusu olursa, bakmak isteyen gözler… Toplumca kabul edilmiş bir gerçek vardır ki, insanlar bilmediği şeylerden korkmaz. Bilgisizlik eşittir mutluluktur onların kitabına göre. Oysa neler kaçırdıklarını bir bilseler…

Serin ve hafif bir bahar yağmuru şeklinde başlayan yağmur, beni iliklerime kadar ıslatacak kıvama gelirken durumundan hayli memnun gözüküyordu. Bulutlar iyice kararıp yeryüzüne yaklaşmış, İstanbul’un basık havasını daha da beter bir hale getirmişti. Hiç yoktan bir de rüzgâr peyda olmuştu ki, sormayın!

Nereye gittiğimi bilmeden, adımlarım birbiri ardını takip etti. Belirsizlik tek başına yeterince kötüdür. Bir de sucuk gibi ıslanırken bu hisse kapılmak, gerçekten paha biçilemez. O an düşündüğüm bir başka şey ise, yirmi dört yıldır hiç zatürree olmadığımdı. Bana göre insan, yaşamadığı bir şeyi hakkını vererek anlatamaz. Bu durumda olur da bir karakterimi zatürree hastalığıyla cebelleştirmek istesem, bunu başaramayacaktım.

Yine o abuk sabuk takıntılarımın başladığını hissediyor, ama aklımı da başka bir yere çekemiyordum. Ne olmuş yani aptal bir hastalığı tasvir edemeyeceksem? Önemli miydi?

Önemliydi. Bunun üzerine mutlaka gitmeliydim.

Eğer düşüncelerim o sırada başka bir durum ile selamlaşmasalardı, büyük ihtimalle şu hastalık deneyimini o gün yaşamak için soyunmaya başlardım.

Harika bir ses, hissediyordum. Öyle ki, ben hayatımda bir şeyin ilk önce yürek ile duyulabileceğine ancak o zaman şahit oldum. Yağmur ve rüzgârın düeti arasında, öyle bir melodi dönmeye başlamıştı ki; kulaklarım bunun bir ‘müzik’ olduğunu epey geç anladılar.

İçgüdülerim beni o eşsiz senfoniye doğru çekiyordu. Direnmek, aklımın sınırlarına hiç dahil olmamış bir fikirdi. Ruhum, gıdısı okşanan bir kedi gibi keyiflenmiş, ölümlü kabuğundan sıyrılıp bir an önce sese doğru koşmak istiyordu.

Onu dinledim. Fırtınanın içinde oradan oraya sürüklendim. Rüzgâr müziği bir ötemden, bir berimden taşıyordu kulaklarıma. Dalgalarla boğuşmaktan bitkin düşmüş, yine de limana sığınmak için var gücüyle çırpınan bir gemiydim sanki. Kalbim o senfoniye ulaşmak istiyor, ama ayaklarım bu istek karşısında çaresiz kaldıkça da öfkeyle sızlıyordu.

Yağmurun azalmasını fark etmemle birlikte, müziğin de perde perde azaldığını hissediyordum. Telaşa kapılıp koşturmaya başladım, önce bir otomobile, sonra da elektrik direğine çarptım. Benim için yelkenleri toplama vaktiydi. Gök son bir kez daha gürledikten sonra, salyalarını saçmayı noktaladı. Son bir nota, içinde bulunduğum saniyeyi şapkalı harfler misali uzatarak sanki birkaç saniyeymiş gibi hissetmemi sağladı. Ama değildi, biliyordum.

Bütün sesler çekildikten sonra, yüreğimin son öfkeli çığlığı tir tir titrememe neden olacak kadar nefretle gümbürdedi kulaklarımda. Sanki, “Nasıl kaçırırsın ahmak!” der gibiydi.

Evi bulmakta zorlanmadım, kendimi yatağa atarken aklımda ne yazmak, ne de başka bir şey vardı. Ruhum harcadığı çaba nedeniyle yorgundu. Gözlerim kapanırken ne kadar anlayışlı bir bedenim olduğunu düşünüyordum…

2. Tadilat

“Na’şın üstünde şimdi, ey mürde,
Başladı parça parça pervâza
Karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar.”
“Elhan-ı Şita”
Cenap Şahabettin

Yeni bir zaman dilimine uyanmak güzeldir. Siz gözlerinizi kapattığınızda güneş vardır, açtığınızda ise yerini yıldızlar orkestrasına bırakmıştır. İnsan kendisini dünyaya bırakmalı. Bırakmalı ki o akışı ruhunda hissedebilsin, dinginliği yakalayabilsin. O koşuşturmanın arasına saklanan dinginlik, pek çok şeye bedel.

Her şeye rağmen benim akşam dinginliğimi pençeleyerek bozan bir ses, gecemi öfkeyle tanıştırdı. Oturduğum ev, çift katlı bir baba yadigârıydı. İstanbul’un Kartal ilçesinde, semtin geneline nazaran nispeten daha sessiz bir kesim olan Havacılar’da oturuyordum. Burada birbiri peşi sıra pek çok müstakil ev bulunmakta. Hani emekli olduktan sonra, elinizi eteğinizi çekip yerleşebileceğiniz yerler vardır ya; işte öyle bir mekân burası. Epey de büyük olmasına rağmen evimi seviyorum. En azından koca evde tek bir kişi kalıyorsanız size büyük gelebiliyor…

İlkin pençe sesi sandığım şey, alt kattan gelmekteydi. Üstümde hâlâ ıslak olan -çıkartmayı akıl edemeden sızmışım anlaşılan- tişört ve pantolonumla yataktan çıkıp merdivenlere yöneldim. Buralarda hırsızlık olayları sık olurdu, yine de bundan dolayı endişeli değildim. Saat henüz erkendi. Ayrıca hiç iş başında bir hırsız görmemiştim. Gün gelir de bir hırsızlık olayı anlatmak istersem…

Aşağıya indiğimde, büyük oranda hayal kırıklığına uğradım. Ne yazık ki -ne diyorum ben?- gelen bir hırsız değil, babamdı. Benim sevgili, düşünce bombası babam…

“Demek uyandın,” diyerek karşıladı beni. Yüzü her zamanki gibi ifade fakiriydi.

“Sana da merhaba baba. Saat akşamın dokuzu, bilmem farkında mısın?!”

Üstünden hiç eksik etmediği gri çizgili gömleğinin kolları, dirseklerine kadar sıvanmış; elinde bir İngiliz anahtarı, bana bakıyordu. Elli yaşına göre oldukça formda bir duruşu vardı. Benim gibi uzun boylu, benden biraz daha kilolu ve biraz daha yakışıklıydı. Hep ‘benden’ diyorum; çünkü ona baktıkça kendimi görüyorum. İfadesiz kara gözler, deli gibi odaksızca oraya buraya dönüp durdu. En sonundaysa yeniden bana kilitlendi.

“Bu işlerin halledilmesi gerek.”

“Ben de seni gördüğüme sevindim, ama banyomun bir problemi yoktu ki baba.”

Küf lekeli ellerini aldırmadan ak saçlarını karıştırdıktan sonra, “Sen öyle san,” dedi. “Bu musluğun hali nedir? Damlaya damlaya gidiyor paraların! Kör müsün be çocuk.”

Para benim param değil miydi? Anlaşılan yazarlıktan gelen paraya, para demiyordu bu güzel insan. Öyle olsun.

“Haklısın baba, iyi ki el atmışsın. Yoksa kalacakmış öyle, hangi musluk o?”

Anahtarı çamaşır makinesinin üstüne kondurduktan sonra, parmaklarıyla küveti gösterdi. “Şunun.”

Onun… Onun… ONUN!

Babam da dediğinin farkına varmıştı… Eli ağır ağır hareket ederek küvetten lavaboya yöneldi, “Aslında şunundu ya.” Ve hâlâ ifadesiz olması, umurumda bile değildi.

Onun… Orasının… Küvetin…

Neydi beni bu kadar sarsan? Bir küvetin musluğu damlatamaz mıydı? Bir küvetin contaları değiştirilemez miydi? Bir küvet… Bir küvetti her şeyin içine eden ya! Her şeyi değiştiren bir küvetti! Beni ölümle tanıştıran bir küvetti. Kalbimin yarısını, kanalizasyonun dibine gönderen de oydu! Hayat dolu bakışlarımı söndüren, yaşamayı yazmakla bir tutmamı sağlayan şeydi o…

O küvette bir şeyi kaybetmiştim. Benliğimi. Orada bir insan ölmüştü. Bana gülmeyi öğreten, bana fırtınanın ötesini fark ettiren… Beni ben yapan birisi ölmüştü…

Benim sevgilim, orada ölmüştü. Küvette. Boğularak…

Ben o gün ölmüştüm. Küvette. Boğularak.

Yine de neden burada mı yaşıyordum? Neden her gün o anılarla mı yaşıyordum? Bu kendime bile itiraf etmeye korktuğum bir şey. Onun ölümüyle, her şeyini kaybeden bir adama dönmüştüm. Ve sevgili dostlarım… Her şey gidince, geriye bir tek parmaklarınız kalır. Öncesinde zaten yazan parmaklarım, onun gidişiyle tam bir yaratıcı olmuştu. Bunu ben söylemiyordum. Ama bu banyonun önünden her geçişimde -ben genelde işimi, üst kattaki küçük banyoda görürdüm- kalbime nüfuz eden acı soslu gerçek, kalemimin akmasının belki de tek sebebiydi. Bu yüzden bu evi bırakamazdım. Bu yüzden belki de her gün ölecek, öldükçe de yazmaya devam edecektim.

Ama burayı bırakamazdım.

“Öhöm…”

Birileri beni gerçek hayata döndürmeye çalışıyordu, gerçeğin ta kendisi yeniden gözümde canlanırken hem de… Onun morarmış yüzü aklıma geldikçe, başka şeylere gerçek demeye dilim varmıyordu.

“Bir çay koysan da içsek.”

Gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım. Karşımdaki adamın ifadesizlik maskesinin altındaki sıkıntılı hisleriyle birkaç saniye sohbet ettikten sonra; onu başımla olumladım.

O gün babamla bir iki konu dışında neredeyse hiç konuşmadık. Sessizdik biz. Hayat çok konuşanları sevmezdi. Sükût altındı ve altının değeri son günlerde epeyce yükselmişti. Sustuk, sustuk, en sonunda da yeniden yalnızlığı kucakladım. Ardından da yalnızlıkla birlikte sustuk.

Babam evden ayrıldığında, saat gece yarısını biraz geçmişti. Bir süre annemi düşündüm. Çok az bir süre tanıyabildiğim, o melek yüzlü kadını. Tanrı meleklerimi erkenden almak konusunda oldukça ısrarcıydı. Meleksiz bir Charlie’ye dönmüştüm, hayatımın ısınma turları bitmeden. Ve babam ilk defa anlayışla karşılamıştı beni, üniversiteden sonra kendisi ayrı bir eve çıkmış; yıllardır oturduğumuz evi de bana bırakmıştı. Yazan adam, yalnız olandır. Onun gelişine kadar… Her gelişin, bir gidişi olurdu; evet. Ama bu kadar erken olmak zorunda mıydı gidişler?

Düşünceler başka düşünceleri çağırıyor, her düşünce başka bir karamsarlık kapısını aralıyordu. O kapıdan geçen her anı, şimdimi zehir ederek çarpıyordu ‘hayat’ dediğim süprüntüye. O süprüntüyü biraz adam etmek için, yeniden kalemimin başına oturdum.

Başka türlü olmayacaktı. Önce birkaç satır saçmaladım. Sırf yazmış olmak için. Ardından bir hikâye örülmeye başladı aklımın köşelerinde. Sıkıca sarıldım örgüye.

Dakikalar sonra, yüzümü yıkamak için kalktığımda, kara bir conta buldum alt katta. Babam düşürmüş olmalıydı, çok da titizdir oysaki. Atmak için parmaklarımın arasına aldığımda, gözüme sanki başka bir şeymiş gibi göründü. Küflü ve pürüzlü yüzeyinin altında, bir şeyler bağırıp duruyordu. Yine fırtınanın ötesi, diye düşündüm. Bunda yaz beni diyen bir şeyler var. At cebe dostum.

Sonraki an, kara conta cebimde; yüzümü yıkıyordum. Yeniden yazmaya oturduğumda, bir kez daha kopup gittim hayattan. Keşfedilecek o kadar çok şey vardı ki…

3. Fırtınanın Ötesi

“Acı kadar merhametsiz bir zorba yoktur.”
“Duma Adası” – Stephen King

Hayatımın bu evresinde, hiç kendimi kaptırıp da bu kadar uzun süre yazdığımı hatırlamıyorum. Kalemi elimden bıraktığımda, parmaklarım hâlâ yazıyormuş edasıyla seğirtmekteydi. Onları dindirmek ve yazdıklarımda geldiğim noktayı kafamda tartmak adına yatağıma hızlı bir geçiş yaptım.

Nasıl olur da tempomu birden bu kadar yükseltebildiğimi merak eder vaziyette, kendimi düşüncelere bırakırken; aklıma birkaç olasılık geldi. İlki, uzun bir aradan sonra babamı görmek bana ilham sağlamıştı. İkincisi, evimizin birkaç lambası değişip, muslukları artık damlatmaz kıvama geldiğinde; ekonomi sever yanım birden canlanarak parmaklarıma kudret vermişti. Üçüncüsüyse daha yeni bulduğum o küçük contaydı.

Üç saçma ihtimalden aklıma en çok yatanı sonuncusuydu. Yine de tamamen tesadüf eseri de böylesine güzel bir yazma süreci geçirmiş de olabilirdim. Ama tesadüflere inanmayı bırakan bir yanım var ki, o yan sayesinde artık fırtına ve ötesi bana daha yakınmış gibi geliyor.

Fırtına ve ötesini bir yana bırakırsak, sahiden bu aptal conta sayesinde mi dökülmüştü parmaklarımdan o binlerce sözcük? Contayı yeniden elime aldım, sanki olağandışı bir şeyler keşfetmeyi bekliyordum. Belki bir ışık, belki fantastik bir boyut kapısı… Belki de… Dilim varmasa da belki de onu görmeyi bekliyordum… Ben ‘olağanüstülüğü’ hep onunla anmıştım…

Bilmiyorum. Sonuçta hiçbir şey olmadı. Conta, contalığını yaptı ve parmaklarımın arasında öylece durdu. Güldüm. Her şeyi aynı yere bağlayan, içimdeki o aptal hisse güldüm. Ölüme güldüm.

Gerçeğe.

Gerçeği düşünürken uyku, bir ağacın yapraklarının arasından ağır ağır düşen polen gibi üzerime geldi. Polenlere alerjim vardı. Ve belki de bundan ötürü, o gün hayatımın en kötü kâbusunu gördüm…

* * *

“Kapıyı aç! Yalvarırım kapıyı aç!”

Yumruklarım dakikalardır aynı noktayı dövüyor, ama içeriden en ufak bir ses dahi alamıyordum. En son kulağıma çalınan hıçkırık sesinin üzerinden oldukça uzun bir süre geçmişti. Ki bilirsiniz, böyle anlarda dakikalar saatlerle yer değiştirir…

Kapı açılmadı. Onunla ettiğimiz kavgaların en beteri, sevdiğimin banyoya girip kendisini içeri kilitlemesiyle yarıda kesilmişti. İlk başta bundan şikâyetçi olmadım, hatta hak verdim. İyi bir duş eminim ki onun sinirlerini sakinleştirecekti. Küvetin doldurulduğunu ve onun içine girdiğini duydum. Sonra da hıçkırıkları… Beni en hassas yerimden vuruyor, konuşmak yerine; üzerime damla damla ölüm taburlarını gönderiyordu. Ağlaması sona erince, gözlerimi yeniden banyonun kapısına dikmiştim.

Her an dışarı çıkabilirdi… Az sonra çıkacaktı… Çıkmadı. Bir an, onun o küvetten asla çıkmayacağını anladım. Bir şekilde içime oturdu o his. Kapıyı kırmalı, içeri girerek ne olduğunu anlamalıydım. Sonu olmayan bir filmde gibiydim, ya da hep aynı sonu oynayan bir film… Belki de şeridin hep aynı yerden koptuğu…

Her daim kopardı…

Kapıyla birlikte içeri girdiğimde içimden kopup yerlere saçılanları tarif etmeye çalışmayacağım. Onu o küvetin içinde, mosmor şişkin bir suratla gördüğüm an; dünyamın güzel günleri sona ermişti. Buraya kadar olanların hepsi bir anıydı.

Rüyamda -ya da kâbusumda- bunun bilincindeydim. Ama sonrasında gelişen her şey kurmaca olmalıydı.

Çünkü gerçeklik, mosmor bir suratın bana bakması ve gülümsemesine uygun bir mecra değildir. Sevdiğim, bir elini küvetin kenarına dayayıp ayağa kalkmaya çalışıyordu. Haliyle çıplaktı ve bu dehşetin boyutunu arttırmaktan başka hiçbir şeye neden olmuyordu. Beyaz, sağlıklı dişlerini; mor, sağlıksız dudaklar eşliğinde sergileyerek küvetten çıktığında hareket etmem gerektiğini fark ettim. Geri gitmem gerektiğini. Erkekliğin büyük bir bölümünü oluşturan kaçış eylemini gerçekleştirmem gerektiğini…

Uyanamadığımı fark ettiğimde, endişe tanecikleri mıknatısa doğru çekilen demir tozları gibi yüreğime üşüştü. Ve ben ona bir kez daha baktım…

Islak saçları beline kadar inecek uzunluktaydı. Küçükken, filmlerde ayıp olmasın diye sevişme sahnelerinde; eğer kadın çıplaksa -ve saçları buna elveriyorsa- saçlarının hep göğüslerini gizlemesi gerektiği gerçeğine inanırdım. Onda da öyleydi işte.

Kaymak gibi yüz gitmiş; yerini dünyanın en iğrenç sebzesi ilan ettiğim patlıcandan bile beter bir surat yerleşmişti. Beni daima derinden etkileyen gözlerinin rengini de seçmek mümkün değildi.

Dik durmuyordu. Yarı kamburdu. Kolları iki yana düşmüş, bacakları küveti aşarak ilk adıma hazırlanıyordu. Bana gelişi an meselesiydi. İstisnasız her otogarda, dört gözle bekleyebileceğim gelişi; az sonra ölümüme neden olacak gibiydi.

Kâbuslarda ölünür müydü?

Sessizliği bozacağını hiç beklemiyordum, ama bu zalimliği de yaptı. Duyduğumda kireç gibi beyazladığıma emin olduğum yüzüm; duruma uygun bir ifade bulamaz gibiydi.

“Sen!” demişti. Bunu öyle bir yalınlıkla söylemişti ki; o ağızdan çıkabilecek her kelime için ölmeye hazırlanabilecek olan ben, keder havuzlarının en âlâsına bombalama bir dalış yapmıştım. Ne bekliyordum, “Aşkım iyi ki kavga etmişiz de ölmüşüm!” demesini mi?

Bir iki adım daha atmış ve devam etmişti, “Sen…”

Sesi kaybolup gidiyordu. Hâlâ o billur tonu sezebiliyordum çok uzaklardan; ancak üzerindeki kat kat tüller gerçeği baltalıyordu.

Bana bir şeyler anlatmak istiyordu. Sesi acılıydı. Adımlamayı bıraktı. Üstündeki su zerreleri sicim gibi süzülüp yeri boylarken; küvetin musluğundan ekolu bir şıp sesi duyuldu.

“Sen…” dedi. Devam edemeden gerçeklikle buluştum.

Uyanmıştım.

4. Korku

“Zavallı fani insanoğlunu lanetleyen şeylerin en kötüsü,” dedim; “ki o da, bütün çıplaklığıyla Korku! Işık ya da ses istemeyen, sağduyuya tahammül edemeyen, sağır edici, kör edici, ezici korku. Beni koridorda izledi, odada benimle savaştı.
“Kızıl Oda” – Herbert George Wells

Yürüyordum. Niyetim sadece aklımı toparlamaktı. Beklenmeyen ziyaretçimse aynıydı: Sağanak. Kaçmaya çalışmadım. Fırtınanın melodisi başladığında da ipler benim elimdeydi. Gördüğüm kâbus içimde bir şeyleri uyandırmıştı. Geldiğim yoldan geri yürüyerek eve dönecektim. Belki cenin pozisyonunda biraz da ağlardım.

Ama hayır, notalar beynimde terör estirirken evimin ışıkları da odalarımda havai fişek gösterisi yapıyordu. Patlamaların gerçek olup olmadığından emin olamıyordum; müzik düşünmemi engelliyordu. Sadece rahatça ağlayamayacağım hissine kapılmış ve öfke kat sayım 0,15 ile çarpılmıştı. Anlaşılan alan içinden tercih yapacaktım.

Eve girdim.

Gösteri sona erdi. Yani en azından ışıklar şovuna ara verdi. Birkaç ampul cızırdayarak patladı ve odaya nahoş bir koku salgıladı. Müziği hissetmeye devam ediyordum, yavaşlamıştı. Hızlıca birkaç odayı kolaçan ederken bir yükseliyor, bir alçalıyor; sanki soğuk-sıcak oynuyormuş gibi hissetmeme sebep oluyordu. Sonunda onu yakaladım, salondaydı.

En sevdiğim kanepeme oturmuştu. Bana bakıyor, gülümsüyor (hayırdır inşallah?) ve iki elini havada, birbirinin karşısında tutuyordu. Ellerinin arasındaki hava bulanıktı. İşte hayallere melodi pompalayan kaynak, oradaydı. Bu Hilal Cebeci’nin göğüsleri kadar açık ve netti.

Adam beyazdı. Yani… Beyaz bir takım elbise, beyaz -anormal beyaz- bir ten. Saçsız, kaşsız, sakalsız ve bıyıksız bir baş… Uzun ve inceydi bedeni. Derisi kemiklerine yapışmış kadar zayıftı ve özellikle parmakları… parmakları yoktu ki?! Kaldırdığı ellerinde tamı tamına on adet parmak eksikti, sanki hepsi kökünden silinivermiş ve geriye beyaz avuç içleri bırakılmış gibiydi.

Onun üzerindeki tek farklı renk, gözleriydi. O da koyu gri.

Ses tonu bile beyazdı: “Geldin.”

Avuçlarını birbirine vurdu, müzik kesildi. “Seni biraz daha geç bekliyordum.”

Bir an, onu hayal kırıklığına uğrattığımı düşündüm ve kendimden utandım. Bu güzel sanatın sahibi, ne beklerse derhal -ya da gecikmeli olarak- gerçekleştirilmeliydi!

“Benden korkuyor musun?”

Korkmak mı? “E… evim… Evimde ne arıyorsunuz? Siz de kimsiniz?!” Yeniden konuşabilmek güzeldi.

“Eveet, sözcükleri bir araya getirip cümleler kurabilmene sevindim. Bu en sancılı dönem oluyor da genelde.”

Cevap bekler gibi kaşlarımı kaldırdım. Babam bu özelliğimin annemden miras kaldığını söylerdi, gururla. Yüzümdeki iki soru işaretini görmüş olacak ki, konuştu:

“Ben bir piyanistim. Genelde, şu trajik tanımı kullanırım: Parmakları kesik piyanistim ben! Kaybolmuşların ve kayıp aşkların koruyucusu! Yüzyıllar geçse de, insan alışkanlıklarından vazgeçemiyor işte. N’aparsın?”

En ihtiyacım olan şeyin parmaksız bir piyanist olduğunu düşünürken konuşmaya devam etti:

“Evinde ne yapıyorum… Zevkli bir soru! Buraya senin için geldim. Kaybolmaya yüz tutmuş bir aşkın kokusunu alarak geldim. İnsanoğlu, az bulduğu her şeyi kaybetmek konusunda ısrarcı. Sana mani olmaktır niyetim. Geç otur, odan kireç mi senin? O ne yüz yav.”

Dinime küfreden Müslüman olsaydı bari, adam kendi yüzüne bakmıyordu anlaşılan. Onun karşısına geçerken vitrindeki aynaya kısa bir bakış atmam; piyaniste hak vermeme yeterli olmuştu gerçi. Beyazlıkta ondan aşağı kalır bir yanım yoktu. Oturduktan sonra onu konuşmaya teşvik ettim: “Kaybolmaya yüz tutmuş?..”

“Aşkın,” diye tamamladı.

“Bunu da nereden çıkarttın?”

“Contadan. Hissetmiyor musun? Onu hatırlamaya çalış…”

* * *

Bir iki adım daha atmış ve devam etmişti, “Sen…”

Sesi kaybolup gidiyordu. Hâlâ o billur tonu sezebiliyordum çok uzaklardan; ancak üzerindeki kat kat tüller gerçeği baltalıyordu.

Bana bir şeyler anlatmak istiyordu. Sesi acılıydı. Adımlamayı bıraktı. Üstündeki su zerreleri sicim gibi süzülüp yeri boylarken; küvetin musluğundan ekolu bir şıp sesi duyuldu.

“Sen…” dedi. Çaresizlik kokusunu, işte o zaman aldım.

* * *

İçime bakıyordum. Neredeyse yoktu. Elimle göğsümü yoklayacak kadar çıldırdığımın farkında değildim. Orada yoktu. Konuğum eve geldiği andan itibaren, ilk kez gerçekten korkmaya başlamıştım. Neredeydi?

“Contayı buldun öyle değil mi oğlum?”

Babam bulmuş, diye düzeltemedim bile içimden. “Ya sonra ne yaptın? Yapabildiğin tek şeyde, en iyisiydin değil mi?”

Yazdığım o roman taslağını gerçekten eşsiz bulmuştum.

Sorulardan oluşan bir volkandım. Patlamadım, patlamayacaktım: “Nasıl?” dedim yalnızca. Korkum öfkeye bulanıyordu.

“Bedel ödüyorsun. Çok yakında, seçim de yapacaksın. Yaptığın seçimin de bedelini ödeyeceksin. Evrenin denge melekleri hesap kitap konusunda çok iyidir. Ödeyeceksin. O ödedi. Sen de ödeyeceksin.”

Sevdiğim kadın neyi ödemişti?

“Fırtınanın ötesini görebilmeyi. Bazı şeyler saklı kalmalı, oğlum. Bazı örtüleri hiç kaldırmamalısın. Bazı perdeler hiç açılmamak için indirilmiştir sahneye. Bunu yapmayı denerseniz, ödersiniz.

Anlamıyordum. Neyi, ne derece gördüğümüz kimi ilgilendirirdi ki?

“Tanrıyı,” dedi. İçimden geçen sorulara cevap verdiğini görünce gözlerimi ona diktim. Nasıl? Demeyecektim. Karşımda parmaksız bir piyanist vardı ve nasıllar zerre önemli değildi.

Soru şuydu: “Neden?! Tanrı, neden fırtınanın ötesini görenlere ceza kessin ki?”

“Güzel yerden tutun çocuk! O, öfkeli bir memure. Aracını doğru yere park etmen bir şey ifade etmez. Aracını park ederken düşündüklerin de yeterlidir ceza yemene. Düzen korunmalı, ışıklar sönük kalmalı ki sizler rahatça itaat edesiniz. İtaat etmeliydiniz oğlum, itaat.

Bir kere daha sordum ama bu kez gözlerimin vanaları açılmıştı: “Neden?”

“Çünkü… Öyle olması gerekiyor işte! Bu kadar soru yeter. Seçim yapman gerekecek. O’nun öfkeli olması, merhametsiz olduğu anlamına gelmez. Sevdiğin kadın bu seçim yüzünden öldü. Dikkatini çekerim. Şimdi sunacağım seçeneklere, hayatın buna bağlıymışçasına sarıl. Aslında… Zaten hayatın da buna bağlı yahu!”

“Onu… kim… öl… öldürdü!” Bu zamana kadar intihar ettiğini düşünmüştü. Sadece… Onu bırakıp gitmişti işte. Binlerce neden sayabilirdim gitmesi için. Ama kalması için milyonlarca sayardım. Ölene kadar sayardım. Münker ve Nekir’e bile anlatırdım neden onun kendisini bırakmaması gerektiğimi. İşte şimdi gerçekler gün yüzüne çıkıyordu. Aşkımın intihar etmesi mümkün değildi. Nasıl bu kadar kör olabilmiştim?

“Sorular bitti, demiştik. Ama sanırım bunu duymayı hak ediyorsun. Bu Nefessizler’in işi. Azrail gibidirler. Ancak sadece öteleri kurcalayanlarla ilgileniyorlar. Biraz da kaprisliler. Can çıkarken başka şeyleri çıkarttıkları da oluyor. Soyunup sevgiline tec…”

Adamın yakası ellerimde ne arıyordu? Parmaklarım o kuğu boynu nasıl bu kadar hiddetle sıkabiliyordu? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrenmişti?

Ah!

* * *

“Kendine gelebildiğine sevindim. Kötü bir şaka anlayışın varmış,” dedi Piyanist. Kimin şaka anlayışının daha kötü olduğunu sorgulamadım. Onun yalnızca birkaç saniye boğazlayabilmiştim, sonrası inanılmaz bir güç ve duvara yapışan bir benden ibaretti: Cihan Yedi.

Artık adımı da biliyorsunuz. Devam edelim.

“Yine de sana bir özür borçluyum, daha dikkatli kelimeler seçmeliydim. Hâlâ nefes alabiliyorken konumuza dönelim. İyi misin?”

Başımla olumladım. Değildim. Boğazım yanıyordu, sanırım belim de olumladığım düşünceye karşı çıkmak niyetiyle ciyaklamaktaydı. Ona da hak verdim. Robin Hood gibi hak dağıtıyordum anasını satayım!

“Conta, Nefessizler’den gelen bir hediye. Ne kadar iyi olabileceğini sana kanıtladılar, bu bir tür işkence. Şimdi fırtınanın ötesi dediğin şeyden vazgeçecek ve aşkının hatıralarını geri alacaksın. Yahut aşkından vazgeçeceksin, bir müddet daha yazacaksın ve birileri seni küvette ölü bulacak. Muhtemelen de çıplak. Karar vakti çocuk.”

Bu şaka olmalıydı.

“Değil…”

“KES SESİNİ!”

Kesti. İlk defa. Böyle dilemmaların adamı değildim. Genelde hangi şıkta huzur kokusu alabiliyorsam; onu seçerdim. Ama şimdi… Bir tarafta körlük, öbür taraftaysa ölüm vardı.

“Peki, sen ne işe yarıyorsun Kayıp Aşkların Koruyucusu?

“Ah ben… Ben bir avukatım, diyebiliriz en basitinden. Senin ve senin gibilerin haklarını koruyorum. Arada ben olmasaydım; muhtemelen fırtınanın ötesini gördüğün gün ölecektin. Sevgilin de aynı şekilde. O da en iyi yaptığı şey karşılığında fırtınayı ve ötesini seçmişti. Yıkandığı su onun fırtınası, fırtınasıysa kendi sonu oldu.”

“Onun en iyi yaptığı şey..?”

“Bunu bildiğini düşünmüştüm: Seni sevmek.”

5. Kahve ve Conta

“Işığı görmem gerek, aç gözlerini,
Hayattasın biliyorum, aç gözlerini…
Leydi,

Ben gözlerimi kapatmadan önce aç gözlerini!”

“Crimson Lady”
– ABEA

Beni sevmeyi bırakıp fırtınanın ötesini seçmesi, o an bana hiç koymamıştı. Onu unutuyor olmanın payı bu düşüncede yüzde kaçtı bilmiyorum.

“Kararımı verdim.”

“Dinliyorum?”

“Neden? Aklımdan geçenleri bilmiyor musun zaten?”

“Biliyorum. Fakat bana lazım olan kalbinden geçen. Bunu dillendirmen lazım oğlum.”

Dillendirelim öyleyse: “Naaşımı fırtınanın ötesine gömsünler.”

Gri gözler kısıldı. “Son sözün bu mu oğlum?”

“Hayır, son sözüm şu: Evimden defol, seni orospu çocuğu!”

Nedense üstüne alındı ve evimden defoldu. Sessizlik üstümü örttü ve uyku…

(Anne, nerdesin?)

* * *

Rüyasız, tatsız tuzsuz bir uykuydu bu. Uyandığımda her yanım tutulmuştu. Kendime bir kahve koyup yazı masasına oturdum. Vakit yazma vaktiydi. Öncesinde kalbimi bir yokladım, eksik bir şey yok gibiydi. Aklımın fonlarında “Ezginin Günlüğü – Eksik Bir Şey mi Var?” çalıyordu. Aklımla inatlaşmayı sevmezdim.

“YOK DEDİK YA AMINA KOYİM!”

Sustu şerefsiz.

Aklım susunca kalemim konuşmaya başladı. O gün kaç kelime yazdığımı hatırlamıyorum. Sonraki gün de. Ve sonraki. Tek bildiğim bir haftanın sonunda on binlerce kelimelik bir roman önümde duruyordu. Yazı masamın iki eşlikçisi vardı: Kahve ve conta.

* * *

“Neden romanımı tamamlamamı beklediğinizi anlamıyorum.”

“Bu açık değil miydi?” Güldüler. “Nasıl sonlandıracağını merak ettik.”

“Çok güzel. Merak ettiniz. Harika. Şahane. Fevkalade. Kivili sabunu uzatır mısın, üçüncü rafta olacak.”

“Bu mu?”

“O.”

Küvette roman sonrası keyiflerimden birisini yapıyordum. Geldiklerinde şaşırmadım. İçimde yeşermeye çalışan korku tohumcuklarını tek bir cümleyle tarumar ettim: Yarım kalan hiçbir şey yok, ‘Kara Conta’ tamamlandı.

Bu hayatta en çok yarım kalmışlıklardan nefret ederdim. Oyunumun son perdesi tek bir romandan oluştuğu ve bu romanın da tamamlanmış olduğu gerçeği içime su serpiyordu. Şu saatten sonra yaşamak ya da yaşamamak… Açıkçası arada bir fark göremiyordum. Nefes almak dışında. Soluklanmak güzel şeydi. Eksikliğini hissedecektim.

Durulandım.

“Tamam mıyız?”

“Hayır. Kurulanıp giyinmek istiyorum.”

“Saçlarını da tara istersen?”

Dalgayı görmezden geldim: “Tarakla pek işim olmaz.”

Kurulandım. Giyindim. Sordum: “Burada mı olacak?”

Sessizce onayladılar. Aynada yüzüme baktım. Bir ölüden tek farkım gerçekten aldığım nefesti anlaşılan. Onu da hibe etmek koymazdı bana. O gün, orada bana koyacak tek şey; hissetmeyi deneyip de beceremediğim bir boşluktan ibaretti.

Tekrar yokladım. Tekrar yokladım. Tekrar… Tekrar… Tekrar… Tekrar…

Onlara baktım. Bana baktılar. Küçük bir tim göndermişlerdi. Problem çıkarmayacağımı biliyor gibiydiler. Aynaya döndüm. Oradaydılar. Sağ ve sol omzuma ellerini koydular. Nefessizler’den habersiz olan birisi, üç tane Cihan Yedi görürdü aynada. Nefesimi alan adamlar, benden başkasına benzemiyordu. Güldüm. Güldüler.

Tekrar yokladım. Tekrar…

Tekrar…

TEKRAR!

Sevdiğim kadını hayatımın film şeridinde bile görememekten korkuyordum. Sevdiğimi düşündüğüm kadını.

“Korkma,” dediler.

Şerit dönmeye başladı ve ben ilk onu gördüm. Sonraki her adımda, sanki 25. karelerde gizliydi yüzü. Önce beynime, sonra kalbime kazındı.

Dizlerimin bağı çözülürken, başımı lavaboya çarparken, yerle kucaklaşırken, son nefesimi verirken… Her defasında onu yeniden hissedebilmenin tadına vardım. Tüm hisler çekildiğinde, geriye o kaldığında; fısıldadı:

“Seni özledim sevgilim.”

Cevap yerine son nefesimi verdim.

Öteki dünyadan hüzünle gelen not: Naaşımı Karacaahmet’e gömmüş şerefsizler!

SON

6 Mart 2010 – 10 Ağustos 2011

Bir Yorum Yap