Köpük Şöhret

Kendimi bile tanıyamadığım bir vakitte tanımıştı beni. Hani… Hani ilk ekmeğimi çaldığım zaman. Ben onu hiç tanımış mıydım? Bilmiyorum. Aslında buna ‘tanımak’ denebilir mi, onu da bilmiyorum ya neyse…

Sokakta geçirdiğim ikinci aydı sanırım. Sonbaharın bittiği günlere denk geliyordu. Hüzünlü bir mevsimdi sözde. Ayrılığı, ölümü falan hatırlatır ya, ondan. Nesi varmış ki düşen yaprakların? Ne güzel kuruyup düşüyorlardı işte. İlkbaharda yeşermeyecekler miydi yeniden? Biraz sükûnet onların da hakkı değil miydi? Peki, insan için aynı şey söylenebilir mi?

Düştükten sonra, yeniden kalkıp yeşerebilir mi insan? Size söylüyorum ya, boşuna aslında. Düşmeden bu soruya yanıt vermeniz imkânsız.

O, beni tanıdığında düşeli çok olmamıştı.

İlk ekmeği çaldığım gün mü düşmüştüm? Yoksa, sadece bir sokak çocuğu olarak var olabileceğimi anladığım gün mü? Bilmiyorum.

Bilmediğim pek çok şey var. Fakat yine de size bunları anlatacağım. Anlatacağım ki dünyaya baktığınız perde, biraz daha aralanabilsin. Size, “Beni anlayın,” demiyorum. Ben size sadece anlatıyorum…

* * *

“Dünya bir düşse, ben uyanmak istiyorum arkadaş.”

“Edebiyat yapma lan bana, ne düşü, ne dünyası? Karnını doyurmaya bakıcan olum, salla bunları.”

“Birbirine sürtecek iki liram yok ki karnımı doyurayım. Kimse de bir sokak piçini işe almaz, kaldık açıkta. İyi mi?”

“Ne çalışması hacı ya. Şu fırından yürütücen bi ekmek. Suyu da az ötedeki camiden içersin. Daha n’olsun?”

Yürütmek mi? Çalmaktan mı bahsediyordu? Anlamaz ifademi görmüş olacak ki, güldü.

“Çalıcan lan. Altı üstü bi ekmek. Çarpılmazsın korkma.”

Ve sonra gitti. Dedikleri sanki şeytanın fısıltısı gibi gelmişti o an. Adem’i cennetten attıran fısıltı… Düşüncesi bile yürekten titretiyordu beni. O kadar da değil ya, diye düşündüm.

Ya ne kadardı?..

Akşam oldu. Hala açtım. O gencin dediği gibi suyumu ötedeki camiden içmiştim. Kana kana içmiş olmama rağmen hala susuzluğu hissediyordum. Midemde sudan başka hiçbir şey yoktu. Kaç gündür dışarıdaydım? En aşağı elli gün. On altı yıl biriktirdiğim bütün para, bu kadar zaman mı yetebilmişti sadece?

Oysa ilk günler ne kadar da güzeldi. Birkaç gün, en bitlisinden bir pansiyonda bile kalmıştım. Genelde üç öğün yemek yerdim. Öyle matah şeyler değildi. Ama insan arıyordu hakikaten. Sonra bitli yataklar yerini kullanılmayan rutubetli depolara bırakmıştı. Öğünlerim iki ila bir arası değişiyordu. Halk Ekmek’ten bir ekmek alıp iki gün idare edebiliyordum. Kemerleri sıkmak ne demekti, öğrenmiştim.

Arada bir kaçamak yaptığım da oluyordu, evet. “Yeter lan!” diyip yediğim et dönerin tadı hala damağımdadır. Yanında küçük bir ayran da içmiştim. Kaç gün idare edecek parayı tek seferde harcamıştım. Ancak o kaçamağı yapmasaydım şimdi burada olabilir miydim? Hiç sanmıyorum. Peki, pişman mıyım?

Değilim, ama… Ama işte şimdi de açım anasını satayım!

Fırın hala kapanmamış olacaktı. Gidip bir ekmek istesem verirler miydi acaba? Üstüme başıma baktım, beter haldeydim. Severek giydiğim kot pantolonumun dizleri yırtılmış, paçaları zift içinde kalmış; mavi gömleğim delik deşik olmuştu. Bir arabanın dikiz aynasından yüzüme baktım. Bakmaz olaydım.

Aylar önceki o saf, masum yüz gitmiş; yerine hakiki bir sokak çocuğu sureti gelmişti. Kirli saçlarım keçeleşmiş, oradan buradan fışkırıyor, gözlerimin önüne düşüyor ve beni delicesine kaşındırıyordu. Alt ve üst dudağımda birkaç tane uçuk vardı. Gözlerimin altı çökmüş, yaşlı insanları andırıyordu. Yüzümde yer yer çıkan tüyler, şimdi biraz daha sertleşmiş; dokununca elime batıyordu. Bir ergenliğin eksikti ya… diye düşündüm.

Bu berbat tablodan gözlerimi alırken, içinde bulunduğum kılığa kimsenin günahını bile vermeyeceğini biliyordum. Kimse bana günahını bile vermiyorsa…

Hayır, hayır, hayır… Öyle bir şey düşünmek istemiyordum. Midem kış uykusundan uyanmış bir ayı gibi kükrediğinde, dizlerimin üzerine çöküp ağladım.

Günahını vermeyen insanlardan, bir ekmek çalıp günaha girmek… Ne olacaktı ki? Bir ekmek ile mi batacaktı koca fırın?

Düşünceler aklımda devasa bir bulamaca döndüğünde, ayağa kalkmış fırının kapısına doğru yürüyorken buldum kendimi. Kontrol kimdeydi Allah aşkına? Yasak elmayı tattırmaya bu kadar mı meraklıydı şeytan?

Uzun uzun fırını gözledim. Küçük bir dükkândı. Camekânının ardında üç sıra halinde dizilmiş ekmekler vardı. Çeşit çeşit, boy boy… Kapıya en yakın olan zeytinli ekmek dikkatimi çekti. Kapı kapalı olmasına rağmen sanki kokusu burnumda tütüyordu. Midem bir kez daha kükredi.

Farkında olmadan cama iyice yaklaşıp parmaklarımı hazinem ile aramdaki şeye değdirdim. Ağzım benden habersiz karış karış açılmış, salyalarımı kaldırıma püskürtüyordu.

İşte o sırada geldi, iri kıyım canavar. Ne olduğunu bile anlayamadan; kulağımı koparırcasına tutan bir el belirdi yoktan. Fırıncı, şimdi bütün heybetiyle karşımdaydı. Öküz kadar kuvvetli olduğu her halinden belli olan bedeni, çatık kaşlarıyla hemen toz olmam gerektiğini haber eyliyordu.

“Bas git lan burdan, serseri piç seni!” dedi. Amma detone bir sesi vardı. Başka bir vaziyette olsa gülerdim. Gülemedim.

Kulağımı yırtmak istermişçesine bir kez daha çekti. Sonra da soluğumu kesen bir yumrukla beni kaldırımın diğer tarafına fırlatıp attı.

* * *

Belki de hemen o an pes etmeli, mağlubiyeti kabul etmeliydim. Orada durup seyrettiğim için değil, böyle bir şeyi düşündüğüm için cezalandırıldığımı düşünüyordum. Bunun için fırıncıya da öfkeli değildim. Ama içimdeki o ses pes etmiş değildi. Kendimi biraz toparladıktan sonra yeniden fırının kapısındaydım.

Ve o, görünürlerde yoktu. İşte beklediğim fırsat.

Peki, bu fırsatı kim bekliyordu? Ben mi, içimdeki mi? Cevap veremediğim sorulara bir yenisi daha eklenirken, parmaklarım dükkânın kapısına uzandı…

* * *

Üç dakika sonra, fırın ile arama hatırı sayılır bir mesafe koymuştum. Kolumun altında; o an için dünyanın en eşsiz yiyeceğini tutan ben, hırıltılı nefes alışlarımı ve gümbür gümbür atan kalbimi demlemek adına bir müddet soluklandım.

Biraz sakinleyince yeniden koşmaya başladım. Fırıncının ruhu bile duymadığı bir hırsızlıktan mı kaçıyordum, yoksa kendimden mi… Artık ‘bilmiyorum’ demekten yorulmuştum. Ama o gün hayatım boyunca hiç koşmadığım kadar koştum. Ekmek, kolumun altında ezildi, büzüldü. Aldırmadım.

Sonunda ayaklarımı yere sürüyerek durduğumda, gök kubbe kararmış, şehrin ışıklarından gözükmese de orada olduğunu bildiğim yıldızlarını saçmıştı kara çukuruna. Ay yoktu o gün.

Cılız sokak lambasının ışığıyla birlikte, ekmeğim ilahi bir kudretle parıldıyor; benim gecemi ve hatta ruhumu aydınlatıyordu. Yemeğimi yiyebilmek için sakin bir yer aradı gözlerim. Sokağın bittiği yerde, genişçe bir inşaat alanı fark ettim.

Girişi tahtalarla kapatılmış olmasına rağmen, zayıf bedenimi usulca içeri sokmakta zorlanmadım. İnşaat yarım mı bırakılmıştı, yoksa devam mı edilecekti bilmiyordum. Ama önemli de değildi. Burası, o an için bana bir sığınak, yemeğimi yemem için bir sofra ve uyumam için bir yatak verecekti. Başka ne isterdi ki bu deli gönül?

Bir apartman inşaatı olmalıydı. Zemin katını çıkıp bırakmışlardı. Aslında ne zamandır usta eli değmediği de belli gibiydi. Demirler paslanıp eğrimiş, böcekler dört bir yanı sarmış, rutubet kokusu genzimi yakacak voltaja yükselmişti.

Ama bunlar bir köşeye kurulup zeytinli ekmeğimi yememe engel değildi. Ekmeği her ısırışımda, tat almayı uzun süredir unutmuş ağzımdan keyifli şapırtılar fışkırıyor; beni bir masalın içindeymişçesine şenlendiriyordu. Tat dokularımla birlikte, ben de mest oluyordum adeta.

Ekmeğin yarısını bitirdiğimde, kendimi frenlemekte bir hayli zorlandım. Eğer hepsini şimdi yersem, içine düştüğüm o berbat duruma yeniden düşüş tarihim daha da erkene alınırdı. Ve ben bunu istemiyordum…

Üzerimdeki kırıkları itinayla toplayıp ağzıma gönderdim. Yere düşen birkaç parça zeytini, üzerlerindeki tozu aldırmadan keyifle mideme indirdim. Belki biraz su olsaydı, gerçekten iyi olabilirdi ama… Nankörlük etmek istemediğim için bu hissi çabucak geçiştirdim.

Artık yatabilirdim.

Artık uyuyabilirdim.

Artık en büyük günahlardan birisinin müdavimi olmuştum.

Artık hayattan beklediğim hiçbir şey kalmamıştı. Ve ben de uyudum…

* * *

İnşaatın başladığını haykıran seslerle uyandım. Çekiç sallamaları, matkap zırıltıları, usta küfürleri… Güzel bir cumartesi sabahı uyandırma komitesi olmalıydı bu. (O gün gerçekten de cumartesiydi.) Sonra seslerin, günlerdir uğranmayan bu inşaattan değil de, kafamın içinden geliyor olma ihtimalini düşündüm. Ya da belki ruhumun derinliklerinden mi demeliydim…

Gözlerimi açamıyordum, bu sadece hissetmekti. Sanki ruhum bir dünyaydı ve o sırada, sonsuza kadar sürecek bir güneş tutulması başlamıştı. Kararmıştım. Umutsuzdum. Bir çivi daha çakıldı. Sonra başka bir çivi söküldü… Ruhumun bir kısmı yıkıldı, başka bir yerde; yeni şeyler yapılandı. Ama karanlık, hep karanlıktı.

Bunun sebebi çalınan zeytinli bir ekmek miydi? Ruhumu parçalara bölen, beni yıkıp karartan basit bir hırsızlık mıydı? İnsan bu kadar kırılgan mıydı? Ya da doğru insanlar, bu kadar kırılgan mı olurdu hep? Kendimi sokakta yaşamaya başladıktan sonra bile hep doğru birisi olarak görmüşümdür. Bir yanlış, bütün doğrularımı götürmüş müydü?

O yanlış, benim güneşimi de söndürmüş müydü?

Sonra onu gördüm düşlerimin arasında. Milli Piyango’nun Yılbaşı Özel Çekilişi’nden önce, rüyalar boyunca hep beklenen; ama hiç gelmeyen o ak sakallı dedeyi. Bana bakıyor, anlamsızca gülümsüyordu.

Ona neden gülümsediğini hiç soramadım. O an farkında olduğum tek şey, uzaklara doğru koşturan keçilerim ve hiddetli bir sarsıntıyla yıkılan içimdeki binaydı.

Ya da ruhum.

* * *

Gözlerimi yeniden normal dünyaya açtığımda, tamamen çıplak bir vaziyette koşuyor olduğumu fark ettim. Aklımda, “Bunu neden yapıyorum?” sorusu haricinde her türlü bilinmezlik dans ediyordu. Koşarken bir de bağırıyordum…

“KOŞUN KEÇİLER, KOŞUN!”

Bu ne demekti? Ben kimdim? Siz kimdiniz? Nereye koşuyordum, amacım ne?

BANANE!

İşte ben, köpük şöhretime bu şekilde kavuşmuştum. Kolay yoldan kazanılan her şeye karşıyımdır. Buna şöhret de dâhil. Gerçi kim, şöhretini hak ederek kazanmıştır ki?

Hem zaten benimkisi köpüktendi. Yerel gazete iki gün haberimi yaptıktan sonra, köpüğümü kuvvetli bir nefesle üfleyerek dağıttı.

Şimdi beni nereye götürdüklerini bilmiyorum. Aslında bunu umursamıyorum da. Şu günlerde dilime dolanan, her gördüğümün boynuna atlayarak haykırdığım tek bir cümle var: “KOŞUN KEÇİLER, KOŞUN!”

Bir günahla bir ruh, bir nefesle bir köpük dağılabiliyordu. İşte size hayatın kanunu…

SON

Şubat 2010

Bir Yorum Yap