Es Geçilmiş Cehennem | Öykü

Bahar temizliğinin ilk kuralı, uzun zamandır es geçmekte ısrar ettiğiniz köşeleri, es geçmeye devam etmektir. Böylece oradaki kâbustan, esaslı bir rüzgâr esene kadar ya da bir şeyler kaybettiğinizi anlayana kadar uzak kalmış olursunuz.

Bu mantık çerçevesinde, üç yıldır evimin çatı katına çok gerekmedikçe çıkmıyorum. Sadece bahar ayında temizlik gören çift katlı bekâr evimin en büyük özelliği de bu olsa gerek: Az temizlik, çok yaşam.

Huzurlu hayatımın bu bahar değişmek zorunda kalacağını, annemin evceğizime ziyarete geleceğini haber etmesine kadar bilmiyordum. Ondan dileyebileceğim en masumca şeyi dilemiştim; o süpürgeyi yerine bırakmasını!

Elbette ki bırakmadı. Her bahar şöyle üstten tozu alınan -ya da çamuru- evim, o dönem baştan başa cilalanmış; her türlü mobilyadan yansıyan aksimi seyredebilecek kıvama gelmişti. Bunun yanında bir yığın da atılacak eşya ıstakaya çıkarılmış, benim “olur”umu bekliyordu. Çoğu için “at” demeyi bırakın, benim olduklarından bile habersiz olduğum pek çok eşya bana göz kırparken; annemin oraya girdiğini anlamış bulunmaktaydım.

Çatı katına.

Es geçtiğim cehennemime.

Boğazımdaki ceviz büyüklüğündeki yumruyu yok etmek için çaba göstermeyi denemedim bile. Yumru, korkulu bakışlarımla birlikte bedenime yerleşmişti. Annem korkmuş ifademi yanlış yorumlamış olacak ki, “İstersen bunları yok etmene yardımcı olabilirim,” diye konuştu.

Artık yapacak bir şey yoktu, kapının önüne yığdığı eşyalara hızlıca göz attım. Özellikle traktör tekeriyle zamanında ne gibi bir işim olmuş olabileceği hakkında fazlasıyla kafa yordum. Devasa bir boy aynası da, neden sahip olduğumu bilmediğim nesneler arasındaydı. Üstelik bu ayna, şu lunaparklardaki insanları kılıktan kılığa sokan absürt şeylerdendi. Bakışlarımı aynadan çekip -ki beni fena halde zayıf gösterdiği için, bunu yapmak zor olmuştu-, hemen yanındaki üzerinde ilginç bir pardösü bulunan iskelete yönlendirdim. Bu, yüzüme buruk bir gülümseme kondurmama neden oldu.

İskelet üniversiteden bir hatıraydı, diğerlerinin aksine anısı silik de değildi üstelik. Tıp fakültesinden arkadaşlarım, içine el fenerleriyle donattıkları bu iskeletle; bana oldukça unutulmaz bir gece yaşatmışlardı. İskeleti atmak istemiyordum, ama bunca zaman gözümden ırak olan bir şeyi; yeniden gün ışığına çıkardıkları için sahiplenmek gururumu kırardı.

Kapının önünde daha fazla oyalanmadım, anneme oradaki her şeyi atmasını söyledim. Es geçilmiş cehennemi istisnasız yok edecektim. Buna ne idüğü belirsiz onlarca eşya, yarım yamalak hatırladıklarım, manevi değeri pek çok şeyin üstünde olanlar ve her şeyin ötesinde iskeletim de dâhildi.

Annem bu kararımı yürekten kutladıktan sonra, yanağıma bir öpücük kondurdu ve kapının önündekileri çöplüğe göndermek için birkaç sokak çocuğuyla anlaştı. Güle güle, dedim sadece ruhumun duyabileceği bir sesle. Unuttuğum, unutayazdığım, unutmak istediğim ya da hiç aklımdan çıkaramadığım arkadaşlarım… Sizi yeniden layık olduğunuz yere çağıramadığım için üzgünüm… Şu vardı ki, bir defa çatı katına atılırsanız; ya orada çürürdünüz, ya da bir bahar temizliği; unutulmuş varlığınızın sonu olurdu…

* * *

Yılda bir defaya mahsus tattığım bir his, elimden alınmış gibi hissediyordum. Her bahar evimin kısa sürecek olan ferah havasını içime çekerken, geçen yılı düşünür, önceki yıla göre ne kadar kirlendiğimi hesaplamaya çalışırdım.

Her bahar, bir öncekisinden fazlaydı. Doğadaki pek çok şey gibi, buna da şaşmaz bir hesap egemendi. Bu hesaplaşmaydı beni ben yapan.

Öyleyse bu bahar, bir ben yoktu benim içimde. Çünkü o tanıdık his, gidenlerle birlikte gitmişti uzaklara. Peki zaten rafa kaldırdığım onca şeyin, tamamen gitmesi miydi bana bu kadar koyan? Öyle olmamalıydı. Öyle olduğunu bilmeme rağmen, inkâr etmek istedim uzun gecelerimde şafağı beklerken.

Kâbuslar gördüm, kâbuslardan sakınırken. Bir gece hiç bitmeyecek bir yokuştan aşağı koşarken gördüm kendimi. Peşimde iri bir tekerlek… Terler içinde uyanacağım vakti gözleyerek koştum kâbusumda. Uyanmak yerine değişti perde, yerini bir aynaya bıraktı. Daha doğrusu bedenimi o kâbustan çekip, bir aynanın içine fırlattı. Bir yansımadan öteye gidemediğimi anladığımda, aynanın camına vurmak kâbusumu sonlandırmamıştı.

Yapabileceğim en iyi şeyi yaptım. Avazım çıktığı kadar bağırdım. Aynaya doğru öfkeyle yuvarlanan o tekerleği gördüğümde, hissettiğim korkunun çok daha ötesindeydi. Hedefine kilitlenmiş bir füze misali parçalayıp geçti içimden.

Hâlâ uyanamadığımın ve şimdi sırada bekleyen şeyin farkındaydım. Es geçilmiş cehennem, son neferini üzerime salacaktı. Ama bunu yapmak yerine uyanmama izin verdi. Yataktan doğrulurken kan ter içinde olacağımı zannediyordum. Oysa son derece huzurlu bir uykudan uyanmış gibiydi bedenim. Kollarım yastığımın altına sıkıştırılmaktan ötürü sızlar vaziyette, salyam dudaklarımın arasından sızmış… Üstüne bir de çişim gelmez mi?

Tuvalet yolu haddinden uzun gelmişti. Çektikçe uzayan lastik misaliydi, bacaklarım da pelteye dönmüş; az önceki normal sandığım hal nedeniyle benimle dalga geçiyordu. Tuvalete varıp işimi gördüğümde, kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Kâbusun izleri, bu kadar süre içerisinde silinmeye başlamış olmalıydı belki de. Oysa yaşamak kadar gerçekti gördüklerim. Bir traktör lastiği peşime düşmüş, bir aynanın içine hapsedilmiştim. Sadece bir yansımadan ibaret olarak öleceğimi düşünürken, aynı lastik aynamı parçalamış ve uyku tomurcuklarını gözlerimden çekip almıştı.

Şimdi tuvalette, aynamın karşısında koyu kahve gözlerime bakıyordum. Ne bir kızarıklık, ne altlarında sevimsiz torbalar… Yüzüme çarptığım soğuk su, bilincimi sürükleyerek bana getirdiğinde sırıttım. Ne olmuştu yani unutulmuşları toprağa gömdüysem? Yeniden unutacak onlarca şey çıkarmayacak mıydı hayat karşıma?

Musluğu kapatıp yüzümü kuruladım, sonunda bir damla huzur düşmüştü içime. Havluyu yerine asarken, o bir damla huzur kısık sesli cızırtısıyla buharlaştı benliğimden. İskelet bütün ihtişamıyla karşımda dikiliyordu. Siyah pardösüsünün önü açıktı. Başında nereden bulduğunu bilmediğim bir fötr şapka vardı. Başka herhangi bir nesne yoktu üzerinde. Olmasına gerek de yoktu. Olması gereken tek şey, yüzündeki o pişmiş gülümsemeydi ki; işte beni benden alan, gökyüzünü yırtan yaralı bir şahin gibi çığlık atmama vesile olan…

Banyomda bir iskelet, sadece bana bakıyor, kıpırdamak bir yana; en ufak bir gıcırtı bile çıkartmıyordu. Gecenin tüm sesleri bende toplanmış gibiydi. Çünkü bir yandan geri geri giderken, ayağımın takıldığı süpürge yere yıkılıyor; bağırış çağrışımın çıkardığı sesler korosuna katılıyordu.

Es geçilmiş cehennem, son darbesini vurmak üzere hamlesini yapmıştı. Üstelik bu finali rüyama değil de, gerçeğin kendisine saklayarak daha da bitirici kılmıştı gerçeği. İskelet yine de hiç kıpırdamıyordu. Gözlerim bir an kapı ile iskelet arasında gittikten sonra, bir umutla dışarı fırlattım kendimi.

Peşimden gelmiyordu.

Bu bir fırsattı. Ondan kurtulmak için değil, unutulmuşları hatırlamak için. Üzerimde pijamalarım, koşar adım evden çıkarken aklımda bu düşünce vardı. Hayat her zaman insana böyle bir şans tanımazdı. Unutulan, çoğu zaman unutulmuş kalırdı.

Es geçilen, çoğu zaman bir bahar temizliğiyle çöplüğü boylardı. Ancak çoğumuzun bilmediği bir şey vardı: Geçmiş, unutulmaktan hoşlanmazdı. Hele ki bu şeyler bir zamanlar hayatınızın ta kendisiyse.

O gece pek çok insan tarafından deli damgasıyla mimlendim. Ama şehir çöplüğüne olan koşumdan beni yıldırmaları için bundan daha fazlası gerekiyordu. Bir tekerlek, bir ayna ve bir iskelet; bana unutmanın bedelini hatırlatmıştı.

Çöplüğe vardığımda delicesine gülüyordum. O fötr şapka babamdan hatıraydı.

Hatırlıyordum.

SON

Nisan 2010

Bir Yorum Yap