İyi Şöhretler Çukuru | Öykü

İyi adamlar her zaman sonuncu gelmez.”
Angel” – Cordelia C.

1. Düşlerimi Peynir Ekmekle Yedim

“Şöhretin iyisi falan olmaz!” dediğim gün yaratmıştım orayı. Arka bahçemdeydi. Ve her geçen gün derinleşiyordu. Oraya verilebilecek tek ismi vermiştim: “İyi Şöhretler Çukuru”. Çukur’dan kimsenin haberi yoktu. Hiçbir meraklı komşumun ruhu duymamıştı, orayı kazarken çıkardığım sesleri. Sesler içimde yankılanmıştı ama. Ben çok net duymuştum hepsini. Her darbenin dişlerimi zangırdattığını, her vuruşun nefesimi kestiğini çok iyi biliyordum.

Bahçemin çitleri aşılmaz değildi; ancak meraklı gözler için aşılır da değildi. Kazma-kürek kullanmıyordum, herhangi bir kas gücüne ihtiyaç duymuyordum. Şey… belki biraz ‘parmak’ gücü. Ve hayır, toprağı parmaklamıyordum! Ben sadece kelimeleri kullanıyordum bayım. Bu sayede yapıcı ve yıkıcıydım. Tek bir kelime: Eşsiz.

Ben yazdıkça derinleşiyor. Ne kadar derine inebileceğimiyse ancak Tanrı bilir. Ya da parmaklarım. Emin değilim, kontrolün kimde olduğundan nicedir haberim yok. Nasıl şöhret olduğumu hatırlamıyorum, beni kim şöhret etmişti? Parmaklarım mı?

Birkaç romanımın var olduğunu biliyordum. Bir yazar mıydım? Bu romanlar yayımlanmış mıydı? Ya okurlarım? Çok mu okunmuştum? Öyleyse ünlü bir yazardım, şöhretli birisiydim…

İyiydi yani, her şey tıkırındaydı. Yahu, “Şöhretin iyisi falan olmaz!” diyen de ben değil miydim? Bu nasıl işti, bu ne biçim öğrenciydi! (Hem dersini bilmiyordu, hem de şişmandı herkesten!)

Televizyon programlarına katıldığımı, röportajlar verdiğimi hatırlıyorum. Sokakta adım başı verdiğim imzalardan buradan köye yol olurdu, belediyeye nispet bile yapardım. Seçim zamanı diye, ağızlarını açamazlardı.

İyiydi yani, her şey tıkırındaydı. E o zaman bu çukur da neydi! Ne içirmişlerdi bana? Aklımı, geçmişimi, düşlerimi, peynir ekmekle yemiş gibi hissediyordum.

Bir cümle daha yazdım. Toprağın sarsıldığını hissedebiliyordum, derinleşiyordu… Çok derindi. Bitkinliğimi göz ardı etmeye çalışıyordum; parmaklarım seğirerek kalemi bıraktığımda bugünlük bu kadar olması gerektiğine ikna oldum.

Şimdi yatağa gidip yatacak, ertesi sabah erkenden yazmaya başlayacaktım. Bu sefer daha derine yazacaktım. Dünyanın bütün çukurları “İyi Şöhretler Çukuru”na imrenecekti. Ve sonra bütün çukurlar ona çıkacaktı. Düşüş ücreti almalı mıydım? Düşlerim benden ücret alıyor muydu? Gözlerimin önüne düşen ak saçlarıma baktım. Buna daha sonra karar verecektim. Kalemim izin verirse…

2. “Çıkılmaz Zamanlardayız, Gecelerden Sabahlara”

Yatmadan önce elime kitaplarımdan(?) birisini aldım. Kapağında gülen bir surat vardı. Neyi ifade ettiğini hatırlamıyordum; ama kendi adımı tanımıştım. Ve kitabın üstünde şöyle yazıyordu: “ ‘Gecenin Yarısı Kaç Eder?*’in yazarından, soluk kesici bir macera! İlk baskı: 500.000 adet.” Vay anasını, beş-yüz-bin adet. Cidden şöhretli biri olmalıydım. Birkaç sayfa okudum. Öz evladımı hatırlamıyormuş gibi acı çekiyordum.

Kitabın rastgele bir sayfasını açtım, önüme düşen ilk cümleydi:

Çıkılmaz zamanlardayız, gecelerden sabahlara.*

Anılarıma çıkan yolları bile bulamıyordum. Kaldı ki gecelerden sabahlara çıkacaktım? Kimdim ben? Kim! Şu kitabın kapağında yer alan isimden mi ibarettim? Galiba adımı yanlış yazmışlardı, belki de Bay Şöhret olmalıydı adım. Hırsla kapattım kitabı.

Soluğu O’nun yanında aldım. Çukurun. Çukurumun. Bu benim çukurumdu. Bir apartmanın temeli gibi derince ve enlemesine kazılmıştı. Dur bir dakika, apartman ne kelime? Bir gökdelenin temeli olabilirdi bu ancak! Karanlığında kendimi kaybettim. Derinliğine dair fikirler ürettim. Öylece izledim onu. Avının son nefesini içine çeken bir şahin gibi, soyunmuş sevgilisinin kokusuyla sarhoş olmuş bir adam gibi. Öylece izledim ve kafayı buldum. Anılara çıkan yolları değil belki ama; kafayı kesinlikle buldum.

Güneş usulca doğdu ve çukurun bir kısmını aydınlığa boyadı. Kalanı hâlâ karaydı. Çalışma odama geçtim, parmaklarım kaşınıyordu. Kazmaya… Yani, yazmaya başladım. Sert kayaları, ağaç köklerini, türlü solucanı, böceği, toprağı talan ederek yazdım. Metrelerce yazdım. Tükenmez kalemler elimde patladı, sadece onları değiştirmek için duraksadım.

Sonunda bir şeye çarptı parmaklarım. Bir çınlama aldı başını. Beynimin içinde uğuldadı. Dur durak bilmeyen, kontrolden çıkmış bir tır gibiydi. Tüm damarlarımda gezindikten sonra acı bir fren melodisi üfledi farlarının arasından. Sustu sonra. Neye uğramıştım? Parmaklarım kanıyordu, şakaklarım acıdan gözyaşı dökecek raddedeydi. Ter içindeydim. Son yazdığım iki cümleyi zar zor okuyabildim:

Unutamıyorsan, hatırlayacaksın.”

Neyi?

Ve cehennemi tanıyacaksın; çünkü daha ilerisinde bir tek o var.”

3. Geçmişimin İntiharı

Uyandığımda her şey yerli yerindeydi. Hatıralarımdan bahsediyorum. Kim olduğum, ne yazdığım, o çukuru neden kazdığım… Gerçekten de dünya çapında tanınan birisiydim. Parmaklarım sihirli falan değildi. Sadece inanan her insanın yapabileceği bir şeyi yapıyordum: Kelimelerin gücüne inanıyordum. Onların bu dünyadaki her şeyi baştan başa değiştirebileceğine, kitaplara, kütüphanelere, şiirlere, öykülere inanıyordum.

Ödülüm şöhret olmaktı. Ama şöhretin iyisi falan yoktu. Buna inanmak için haklı sebeplerim vardı. Haklı sebeplerimiyse buzdolabımda saklıyordum. Buzluktan onları çıkardım: “Geçmişimin İntiharı”nı. Son romanımın müsveddeleri. Yayımlanmamıştı ve muhtemelen asla yayımlanmayacaktı. Soğuk kâğıtları kucaklayıp odama geçtim.

Hızlıca göz gezdiriyordum. İyi Şöhretler Çukuru işlevini yerine getirmeden önce bunun sebebini iyice öğrenmeliydim. Parmaklarım kaşınmaya başlamıştı, acele etmeliydim. Yaprakları kana buluyordum, bir kez daha hatırladım: Parayla gelen huzursuz bir yaşam, parayla gelen huzursuz bir aşk, parayla gelen huzursuz bir evlilik, parayla gelen huzursuz bir çocuk(?), parayla gelen huzursuz bir eş daha, bir çocuk daha, içki, kumar, genelevler… Parayla gelen… Şöhret. Şöhretle gelen para. Daha çok para, daha çok şöhret…

“Geçmişimin İntiharı” yayımlansaydı gerçekten çok satardı. Bu kitaptan gelecek paraları düşündükçe… Daha fazla vaktimin olmadığını biliyordum. Romanın son sayfasını açtım.

Ve o gün geldiğinde… Dünya daha fazla derine inmeme izin vermediğinde, kendi dilinde vereceği dur ikazına uydum. Dünyanın melodisine kulak verdim ve ŞİMDİ UNUTUYORSUN dediğim her şeyi hatırladım. Bir daha unutmamak üzere. İrademi hiçe sayıp geleceğimi bıraktığım kalemime sonsuz sevgilerimle. Bundan sonra yazacağım hiçbir şeyin yazarı ben değilim. O. Kalem nasıl isterse, sahibi öyle ölecek. – SON!”

Kalem nasıl isterse… Nasıl bir şey istemişti o öyle?

“İyi adamlar her zaman sonuncu gelmez,” demişti, çok sevdiğim bir dizinin karakteri. Ancak anlaşılan birinci de gelemiyordu her zaman. Kaçıncı gelmiştim? Ben iyi bir adam mıydım?

Yeniden yazıyordum. Önümde perendeler atan sözcükleri şaşkınlıkla takipteydim. Çukuru kazma işim bitmişti. Sırada tek bir emir vardı: Nasıl istiyorsam öyle öleceksin! Uzun uzun tasvirledi. Sırtımı okşadı, “Geçmişimin İntiharı”nı evimle birlikte aleve verdi ve beni çukurun kenarına gönderdi.

İyi şöhret diye bir şey yoktu. Şöhret ve getirdikleri kötüydü. Temyize gitme hakkım dahi yoktu. Kabullenmeye çalıştım. Tercihlerim kötüydü. Cezamı vermesi için dünyanın en gaddar cellâdını seçmiştim: Hayal gücümü. O da kötüydü. İyi olan hiçbir şey yoktu. Belki bu çukur… Bu gülümseyen kara şeytan mı iyi olandı? Bana cehennemi tanıtacak olan… Fısıldadım geceye: “Şimdiden tanıştığımıza memnun oldum bayım.”

Arkamda, evim yanıyordu. Önümde cehennemim uzanıyordu. Tam durduğum yerdeyse yaşam vardı.

Ve üstelik gece inmişti, ses gelmiyordu çukurdan. Kenarına doğru iyice yaklaştım. Bütün şöhretler orada mı olacaktı, merak ediyordum.

Çukurdan aşağı attım kendimi. Düşerken düşündüm, acaba ölmesem mi?

SON

* yn: “Gecenin yarısı kaç eder?” Eylül Korkmazyiğit’in ‘Çocukluk Artıkları’ adlı şiirinden alıntıdır.

* yn: “Çıkılmaz zamanlardayız, gecelerden sabahlara.” Eylül Korkmazyiğit’in ‘Çocukluk Artıkları’ adlı şiirinden alıntıdır.

Eylül 2011

Bir Yorum Yap