Islık
“Ruh her şey olabilir, ruh her şeydir, istemdir, dünyanın efendisidir.”
Giovanni Papini, Zihinsel Bir Ölüm
“Cenazede niçin ıslık çaldın?”
“Bu benim ilk cenazemdi, biliyorsun.”
“Evet.”
“Bilmiyorum.”
Sessizlik serin. Yol asfalt. Gün bitik. Evler dağınık. Üst baş kıyak. Cümleler kısa.
“Telefon çalıyor, gitmeliyim.”
“Telefon falan çalmıyor, kendine gel.”
“Abi bırak elimi.”
Eller ayrı. Eller zoraki ayrı. Abi bırakmayacaktı. Belki de. Ama bıraktı. Koşup gitmesine izin verdi. Dar caddede bir duran, bir de koşan vardı. Üst baş kıyaktı. Yani ceketler, gömlekler falan diyorum. Siyah. Asfalt siyah değil. Gri.
Bu ülkede asfalt neden hep gri?
Kardeş koşarken ceketini çıkartıp omzuna attı. Abinin göz perdesi kardeşi için kapandı.
Alkışlar. Alkışlar. Sağ olun, sağ olun…
* * *
Kulübe dar. Yol işlek değil. Bugün her canlının sesi birkaç tık kısık. Uzaktan kumandanızın ayarlarıyla oynamayın. Telefon gerçekten çalıyor. Kardeşin eli ahizede. Açıp açmadan önce düşünecek. Bu kulübede hiç kimse bir süper kahramana dönüşmedi.
O da dönüşmeyecek. Taytının üstüne don giyemeyeceğinden kederli değil. Yine de titriyor.
“Alo?”
“Cenazemde niçin ıslık çaldın?”
“Ben… ben bilmiyorum.”
Telefon kulübesi dar. Soluklar kesik. Hat da kesiliyor. Küçük kabinde asılı tek soru, küçük kardeşin başını yukarı kaldırıyor. Kulübenin tavanından sarkan ilmiğe anlam veremeden bakıyor. Bu kulübede hiç kimse süper kahramana dönüşmedi.
O da dönüşmüyor. Çıkıp gidiyor.
* * *
Evde matem fısıltıları eseceğini biliyor. Bildiğinden eve değil, hemen alt sokaktaki odunluğa gidiyor. Daha sonra ceketini bu odunlukta unutacak ve bir daha bulamayacak. Bu yüzden dayak yemeyecek. Ama üst baş emanetti. Buna biraz üzülecek. Laf yemek de dayak yemek kadar kötü bu devirde.
Çok paraları yok. Yine de bir cenazede çoluğa çocuğa dahi takım elbise giydiren ebeveynleri var. Siyah. Matem.
Matem değil korku. Korku giysili büyük adamlar.
Giysili büyük adamlar.
Büyük adamlar.
Adamlar.
Beyaz gömleğini, üzerinde neredeyse komik duran, pantolunun fermuarına kadar yuvarlanan kravatını, ayakkaplarını ve sonunda da pantolunu çıkarıyor. Don ve gri çoraplarıyla kalıyor. Sırtı odunlarda. Odunlar güvenli ve neşesiz.
Beyninde yankılanıyor: “Cenazemde niçin ıslık çaldın?”
Dizlerini karnına çekiyor. Bilmiyor. Bilse söylemez mi? Başını yukarı kaldırıyor. Odunluğun tavanından yağlı ilmikler sarkıyor.
Birkaç defa kesik kesik soluyor. Giyinip çıkıyor. Ceketsiz.
* * *
Tren garında korkuyu bekliyor. Sessiz ve serin gar isteğini cevapsız bırakmayacak. Beyaz bir tren perona giriyor. Bembeyaz. Uğultu kulakları sağır edecek cinsten. Sanki bir kar yığınını delip de gelmiş buraya. Hiç durmayacakmış gibi geliyor. Ama duruyor. Acı frenin etkisiyle üzerindeki kar birikintilerini etrafa saçması bekleniyor. Öyle bir beyaz. Bembeyaz.
Etrafa kar falan saçılmıyor.
Küçük kardeş peronun başladığı yerde, elleriyle yüzünü korumaya çalışırcasına kıvranırken yakalanıyor flaşlara. Trenin durduğunu idrak etmesi uzun saniyelerini alıyor. Sonunda ellerini yüzünden indirip trene bakıyor.
Buraya bunun için geldiğini biliyor. O yüzden kendini toparlaması uzun sürmüyor. Bembeyaz trene gıpgri bir soru yöneltiyor: “Cenazende niçin ıslık çaldım dede?”
* * *
Karlı dağların arasındaki trenin raylarla dansı kalp sızlatıyor. Yaşlı bir adam yaşlı bir çocuğu avutmakta. Çocuğun yaşı üç. Adamın belirsiz. Çocuk neden ağlıyor, adam neden titriyor ve dahası adamın kucağındaki hastane raporları ne anlama geliyor?
“Bu şey,” diyor hıçkırarak… “Çok ses çıkartıyor.” Çocuk doğru söylüyor. Sürekli açılıp kapanan ara kapıdan gelen gümbürtüler kulaklarda patlıyor. Adamın itirazı gümbürtülere değil. Karlı dağların huzuruna ikna etmeye çalışıyor onu. Huzur denince çocuk iyice çıldırıyor. “Neden ölecekmişsin dede? Trenin yeterince ses çıkarttığı yetmiyo mu, bi de sen neden ölecekmişsin?” Küçük yumruklarını önündeki koltuğa geçiriyor. Koltuk boş. Mutsuz çocuk şansı.
“Şimdi değil evladım, çok sonra, ta ne zaman öleceğim.”
“Ta o zaman öleceksen, ta şimdi neden yazdılar o şeyleri? Yalan söylüyorsun işte yalan!”
Dede içini çekiyor. Hırıltıyla karışık bir ıslık kopuyor ciğerinden. Kars’a gidecek, kalan yıllarını orada geçirecek. Memleket. Yüzü kararlı. O istemeden bitmeyecek. Bunun için her şeyi yapar. Kalan ömrünü doktor söyledi ancak son gününü kendi belirleyecek.
Çocuğun yüzündeki değişimi görüyor. Islık. Dudaklarının ucuyla fiyakalı bir ıslık çekiyor. Üç yaş için büyük bir mesele bu. Gümbürtüler, yalanlar ve ölümler akıllardan çıkıyor.
“Nası yaptın onu?”
Gösteriyor. Kars yolu ıslıkla doluyor. Dedenin sesi, rüzgârın ve trenin ıslığıyla birleştiğinde bir oluyorlar. Bütün oluyorlar. Neşe geri geliyor, kısa bir süreliğine de olsa.
“Ben ölünce ıslık çal, kederin dağılır.”
Çocuk ıslık çalıyor.
Rüzgâr, tren ve bir çocuğun ıslığı hafızaları dağlıyor. Bu bir sihir. Bu kesinlikle sihir. O günlerden yalnızca bir öğrenilmişlik kalıyor. Gerisi karlara karışıyor.
* * *
Bembeyaz tren cevap veriyor: “Bilmiyorum. Önemi var mı?”
“Bilmiyorum. Bu görüp durduğum ilmikler ne?”
Trenin yüzü asılıyor. “Onları görmemen gerekirdi.”
“Ama görüyorum dede, görüyorum! Her yerdeler, her yerde!”
Çocuk başını kaldırmaya korkuyor. Garın tavanından sarkan ilmikleri sezebiliyor.
Dede düşünüyor. Nerede hata yapmış olabileceğini. Bir tür sihir yardımıyla sildirmeyi başardığı ilk travmanın yan etkisi olabilir mi tüm bunlar? Sanmıyor. Yeni bir bilgi bu. Akla fark edilmeden sızmış ve ıslığın büyüsünü bozmuş.
Dalgalanmalar başlıyor. Altı yaş için yaratılması güç bir mizanpaj bu. Dede durumun farkında. Bir şeyler söylemezse çok geç olacak. Yeni bir büyü yaratmazsa çocuk buna daha fazla dayanamayacak. Bir şeyler söylemeli. Bulmalı. Yaratmalı. Öleceği haberine tesadüf eden çocuktan ölümü nasıl sildiyse intihar gerçeğini de öyle silmeli. Çocuk dedesinin intihar ettiğini bilmemeli. Kaldıramaz.
Çocuğun gözleri kahveden griye dönüyor. Olmuyor.
Bir kaldırıma boylu boyunca uzanıyor. Gözleri asfaltla daha yakından tanışıyor. Garın düşü silineli çok oluyor. Dede mağlup. Tren, rüzgâr ve ıslık mağlup.
Gri asfaltlar ve yağlı ilmikler kazanmış. Altı yaş, bir intiharı kabul etmek için çok eksik.
Çocuk doğrulduğunda hemen yanı başındaki sokak lambasından sarkmakta olan ilmiği görüyor. İp yığınları sokak boyunca devam ediyor; lambalardan, balkonlardan, tabelalardan sarkıyorlar.
Zıplıyor. Bir eliyle ilmiğin çemberini tutuyor. Biraz gerilip hız kazanıyor ve sıçrıyor. O ilmikten bu ilmiğe uçarak Tarzan’a renksiz kartpostallarla merhabalar gönderiyor. Şehir dev bir orman. Etraf intihar kokuyor.
8 Ekim 2013
Not: Bu öykü ilk olarak Sahte Vefa Fanzin‘in, Mart 2014 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır.