Kızıl Ahali Ekspresi | Öykü
Yazarın Notu: Bu öykü, rahatsız olacağını düşünenler için ileri derecede argo ve kaba sözcük içermektedir. |
“O görülmeyen çocuğun sesi, ‘Büyük Blaine’, diye fısıldadı. ‘Makinedeki hayalet Büyük Blaine. Bütün makinelerdeki hayalet.’”
Kara Kule 3 – Çorak Topraklar | Stephen King
1. Kanun Adamı
Bazı geceler vardır. İçinizde yanlış bir his peyda olmuştur. Nedensizce üstelik. Düşünmezsiniz, çünkü ne üzerine düşünmeniz gerektiğini bilemezsiniz. Yalnızca hissedersiniz. Bu hissi içinizden söküp alması için Yaratıcı’ya dua edersiniz. Oysa Yaratıcı, sizin ergenlikten yeni çıkmış duygularınızın yakarışlarını dinlemekten daha önemli meşguliyetlere sahiptir.
Velhasıl yalnızsınızdır. Yalnızın dostu ise sokaklardır. Sokaklarınsa gece. O gece, dostlarım ve ben okeye dördüncü aramak üzere sokaktaydık. Gece üstümü örtmüş, sokaklar yastığım olmuştu. ‘Dördüncünün’ bir polis memuru olacağı hiç de aklıma gelmezdi.
“Delikanlı, bi bakıcan mı buraya?” dedi, bir simitçi edasıyla. Bakacaktık tabii, akrep on ikiyi geçmişti. Tinerci damgası yemek istemezdim.
“Buyurun?”
Baştan aşağı süzüldüm. Yiyecekmiş gibi bakıyor hayvan, diye düşünürken: “Kimliğini görebilir miyim?” dedi.
“Hayhay.”
Herhalde sokakta yalnız başıma -oysa yalnız değildim, biliyorsunuz- gezindiğimi görünce, bir yoklamak istemişti kanun adamı. Elimi cüzdanıma attım, kimliğimi ararken bir yandan da evde unutmuş olma ihtimalimi düşünüyordum.
Unutmamıştım. “İşte.”
Kimliği memura uzatıp beklemeye başladım. Sokak lambasının altındaydık, bu yüzden adamın yüzünü net bir şekilde görebiliyordum. Kırklı yaşlarında olmalıydı. Saçları hafif dökülmüş; ama yine de hiç yoktan iyidir gibisinden bir züğürt tesellisine gidilecek türdendi. Koyu ve kısa. Alnı kırışıklıklarla dolu, gözleriyse nar kırmızısıydı. Tıraş olalı birkaç saat olmuş olmalıydı, herhalde kimliğimi sorarken fiyakalı durmak istemişti.
Üniformasına gelince…
Az önce nar kırmızısı mı dedim ben?
Bay Adalet kimliğimi incelemeyi sonlandırmıştı. Kayda değer bir şey bulamamış olacak ki sordu: “Geç olmadı mı, ne yapıyorsun bu saatte?”
Boşsam kahve içmeye mi gidecektik, anlamamıştım ki. “Hava alıyordum biraz. Eve gideceğim az sonra.”
Başıyla onayladı. Aman n’olur cümle kur, yavşak herif.
“İyi geceler Alper.”
Samimiyeti koymuştu bile. “Teşekkür ederim, size de.”
Memur efendi araca doğru yönelirken, ben de tren istasyonuna doğru yollanmıştım. Telefonumdan saate göz attım: 00.17
Son tren kaçta geçiyordu istasyondan? Muhtemelen çeyrek yahut yirmi geçeydi. Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı bile. Bu saatte aç açıkta kalmak istemezdim. Ayaklarıma koş emri verdim; sağ olsun onlar da beni kırmadı.
Bir şeyden kaçıyormuşçasına koşuyordum. Tahminen öfkeli bir şeyden. Gece ve Sokak’tan nazikçe özür diledim. Bilmediğim şey, her kaçanın bir kovalayanı olduğuydu. Ve bunlar ne yazık ki sıkı dostlarım değildi… Bu kez değildi.
2. Umut Balonları
İstasyona geldiğimde saat 00.21’di. İyi bir koşu çıkarttığımı düşünüyordum. Işıklar hâlâ yanıyordu. Umut balonları hâlâ sönmemişti. Cüzdanımdan jetonu çıkartıp turnikeye atıyorken, bir yandan da kulak kesilmiştim gecenin fısıltılarına. Turnikeden geçip tren yoluna yanaştığımda, henüz bir ses duymuş değildim. Ve takipçim yalnızlık burada da benimleydi. Gecenin son Banliyö’sünü kaçırmış mıydım? Kimsenin olmaması muhtemelen bunun göstergesiydi.
Çeşitli eve gidiş alternatifleri düşünmeye başladım:
a) Yürüyerek, üç saat.
b) Koşarak, iki buçuk saat.
c) Taksiyle, kırk dakika. Ücret konusunda, iyi iş çıkarırsam üzerine para bile kalır.
d) Otostop ile, kırk dakika. Harika bir iş çıkarsam bile zırnık koklatmazlar. Saatlerce bir yere koyamayacağım kıçımla kalırım.
Sonuç olarak olasılıklar pek iç açıcı değildi. Hüsranla gözlerimi raylara diktim. İlk çınlamayı duyduğumda, kulaklarım benimle dalga geçiyor diye düşünmüştüm. Çınlama titreşerek arttıkça, gözlerimde bir umut ışığı çaktı. Yakınlardan o sesi duyduğumu hayal ettim. O mübarek düdük sesini… Ya da hayal değildi. Tren yolunu panayır gibi aydınlatan araç aheste aheste istasyona giriş yapıyordu çünkü. Saat 00.26. Kısacık bir rötar, Banliyö hatları için gayet olağan bir durum…
Keyiften neredeyse çığlık atacak oldum. Trenin durmasını ve kapılarının tıslayarak açılmasını çocuklar gibi sevinerek karşıladım. Ve ta-ta-ta-dammmm!
00.20 Banliyö Treni tam karşımda, davetkâr bir şekilde beni bekliyordu. Rötarını yediğim… Sekerek vagona bindim. İçeride kimsenin olmaması hiç de şaşırtıcı değildi. Vagonların ötesinden o eşsiz düdüğü duyarken, kapılar da aynı tıslamayla kapandı.
Üniversiteye kapağı atmış, sonrasında olacaklarla zerre ilgilenmeyen bir Türk genci kadar pervasızdım. Sırıtarak bir yere çöktüm. Tren ile en fazla yirmi beş dakika sonra evdeydim: Ne büyük mutluluk!
Bu İstanbul, insana evini de sevdirirdi barkını da. “Eyvallah,” dedim, baktım keyfime. Ayaklarımı sıcak yorganımın altına soktuktan sonra gerisi vız gelir tırıs giderdi nasıl olsa.
Boş koltuklardan birisini dilediğimce seçtikten sonra, d şıkkındaki olasılığa kıs kıs gülerek yerleştim yerime. İnsanoğlu böyleydi işte, bir an önce iliklerini donduran ihtimale; bir an sonra son derece hain bir tavırla gülebiliyordu.
Tren düdüğünü bir kez daha çaldı ve henüz vedalaşamadığım gecenin de eşliğinde beni evime doğru götürmeye devam etti.
Yani ben öyle sanıyordum…
3. Peluş Kutup Ayılarım
İlk kuşku tohumu saat 00.38’te yeşermeye başladı. Ben bindikten sonra, hiçbir durakta durmamıştık. Sebebi bütün durakların bomboş olması mıydı? Bu son derece mantıktan ıraktı. Sonuçta, belki de ben o duraklardan birisinde inecektim. Bana neydi başkasından?
Öyleyse bir arıza mı mevcuttu? Frenler falan mı tutmuyordu? Çöle düşsem kutup ayıları tarafından kırbaçlanacağımı bilen ben, her türlü şanssızlığa bağışıklık kazanmış bir bünyeye sahiptim. Ama bari bu gecemi es geçseydiler?
Bir yerlerde bana özel seri peluş kutup ayısı üretildiğinden emindim.
Tren durmak bilmeden yoluna devam etti. İneceğim durağa çok kısa bir süre kalmış olmalıydı. Belki de geçiyorduk.
Gece vagonun pencerelerini kara bir çarşaf gibi örtmüştü. Ya da bir Nazgul’un kanatları gibi… Hangisi daha karanlık olur, şu an ayırt edemiyordum. Ama en karanlığı desem anlarsınız herhalde. İyinin, aydınlığın üst sınırı yoktur derler. Karanlığın var ise eğer, işte o tondaydı dışarısı.
Göz gözü görmüyordu.
İçimde yeşeren tohum şimdi meyvelerini vermeye başlamıştı. Çünkü açık bir şekilde telaşa kapıldığımı hissediyor, mantığın benden çerçevesini de alıp uzaklaştığını gözlerimle görebiliyordum. Bu kare bir çerçeveydi ve ben deliriyordum.
Ayağa kalktım. Bir “İmdat!” butonu falandı aradığım. Ama ondan önce kapıların üzerinde, durakların yazılı olduğu mat sarı plakaya göz atmak istedim. Neydi bu işin içindeki bit yeniği?
Gördüğüm bir bit yeniği değildi. Gördüğüm bir cehennem çukuruydu. Beni çoktan derinlerine gönderdiğini yeni fark ettiğim…
Durakların yazılı olduğu plaka tam olarak şöyle diyordu:
“Kızıl Ahali – Kızıl Ahali – Kızıl Ahali – Kızıl Ahali – KARTAL – Kızıl Ahali – Kızıl Ahali – Kızıl Ahali – Kızıl Ahali… KIZIL AHALİ.”
Çukur beni yuttu ve geğirdi. Ağzından çıkan bulutun içinde bile bu isim yazıyordu: Kızıl Ahali.
Kızıl renklerle olduğunu söylememe gerek yok sanırım…
4. “Kapana Kısılan Yolcu Adedi: 1”
Matematik problemlerinde, A kentinden B kentine amansızca yol alıp duran araçlardan bir farkım yoktu. Ne varacağım yerde beni neyin beklediğini biliyordum, ne ara durağım vardı, ne de çözülecek bir yanım. Sap gibi ortadaydım işte. Hayal mi, kâbus mu onu bile bilmediğim bir dünyanın içinde…
Kızıl Ahali kim ya da ne oluyordu? Bu treni kim sürüyordu, ya da birisi sürüyor muydu? Ölüme mi gidiyordum, yoksa her şey bir şakadan mı ibaretti? Cep telefonum neden kapsama alanı dışındaydı? Penguenler neden üşüyordu?
Yeniden koltuğuma çöküp başımı kollarımın arasına aldığımda aşağı yukarı bunları düşünüyordum. Herhangi bir dur freninin olmayışı, bu zamana kadar “Acaba azıcık ucundan çeksem nasıl olurdu?”lu hayallerimi; en gerektiği anda rafa kaldırıyordu. Dedim ya, sap gibi kalmıştım ortada.
Sinirimden ağlamama ramak vardı. Akılsız başın cezasını ayaklar çekeydi de keşke, düşmeseydim bu lanet trene. Demekle, dilemekle olmuyordu ama. Hayatın en basit kuralı: Olan olurdu ve sen sadece bakarsın.
Bakmayı kesip vagonu baştan sona bir kez daha arşınlamaya başladım. Herhangi bir banliyö treninden hiçbir farklılık yok gibiydi ilk bakışta. Acil durum freni eksikti evet, camlardan dışarısı zifiriydi evet, hiçbir durakta durmuyorduk… Yine evet, ama bunun dışında herhangi bir olağan dışılık da yoktu işte.
Vagonun sonundaki levhaya gitti gözüm:
“Ayakta yolcu adedi 114
Koltuklu yolcu adedi 58”
Enayi gibi kapana kısılan yolcu adedi 1, diye tamamladı zihnim. Güldüm. O gece ilk kez.
Hoparlörün sesi duyulduğunda -banliyöde hoparlör yeni bir olaydı- şaşkınlıkla irkildim. O sırada kendimi enayi yolcu adedi 1 kod adlı levhanın altına koyvermekle meşguldüm. Boşluğuma gelmişti anlayacağınız.
Cızırtılı bir kadın sesiydi. O konuşurken cinsel organımda hafif titreşimler oluyordu. Bunun için ne dediğini duymam şart değildi, ses fazlasıyla yeterliydi.
“Kızıl Ahali Ekspresi’nin sayın yolcusu…”
İşte ben!
“Kızıl Ahali İstasyonu’na son beş dakika. Lütfen inmek için hazırlıklarınızı yapın…”
Varıyor muyduk?
“Tren istasyonda yalnızca kırk sekiz saniye duracaktır. Oyalanırsanız… Eh, oyalanırsanız da sonraki istasyonda inersiniz canııım. Onun adı da ‘Çukur’.”
Kapıların açıldığı saniyede, kendimi trenden dışarı atacağımı bildiğimden ilk uyarıyı dikkate almamıştım. Ama kadının sesindeki alay ve oyalanırsanız mutlu günlere elveda diyin hissi son derece sinir bozucuydu.
Elimle organımı düzelttim. Demek ‘Çukur’du sonraki durağın adı. Hayret, durakların yazılı olduğu plakada yer almıyordu… Sonra mantığımla bir yerlere varmaya çalışan tarafıma gülmem gerektiğini fark ettim. Orada onlarca Kızıl Ahali yazıyordu… Ve bir de Kartal. Ah canına yandığımın Kartal’ı. Semt aşkıyla yanıp tutuştuğumuz, uğruna besteler yapıp söylediğimiz dünya… Beni ellerinle cehenneme mi gönderiyorsun? Oysa ben sadece bir misafirdim atmosferinde. Yine de darılamıyorum sana… Çocukluğum burada geçmiş ne de olsa. Evime değil de, cehenneme göndermişsin; çok mu?
Tren frenlere asıldığında azlık çokluk kavramını bir kez daha değerlendirdim. İstasyona giriyor olmalıydık. Ağır ağır yavaşladık ve sonunda net bir darbeyle durduk. Tutmasaydım düşüyordum, olayı.
Gözlerimi kapıya dikmiştim. Arenalarda özgürlükleri için savaşan gladyatörler gibiydim. Onlar savaşıyorlardı, ya ben ne yapıyordum? Bir korkak gibi titreyip duruyordum.
Eee, fani dünya.
İnceden bir tıslamayla iki yana doğru kaymaya başladı kapılar. Geceyle saatlerdir tersten sevişen Zifir, en sonunda boşalıp gitmişti anlaşılan.
Bize de adımımızı dışarı atmak ve Kızıl Ahali’ye, “Merhaba, ben dostum!” demek kalıyordu.
Adımımı attım.
5. Bölüm Sonu Canavarı
Karşımda dost olduğumu haykıracak hiç kimse yoktu. Bir istasyondan fazlası değildi. Gözlerimle mekânı taradım, işte “Kızıl Ahali İstasyonu” tabelası oradaydı. Beyaz fon, mavi puntolar… Bildiğiniz TCDD havası…
Neydi o zaman bu koduğumun Kızılcıkları? Tren bir sonraki durağına doğru harekete geçmişti bile. Sesin tamamen kesilmesini bekledim. Geldiğim yöne bakıyordum şimdi, usumda her şeyin ötesinde çırpınan tek bir düşünce vardı: Kartal, neredesin?
İstasyonun çıkışına doğru yürümeye başladım. El mecbur, gidecek başka bir yerimiz mi vardı? Bu sırada telefonuma bir kez daha göz attım. Hattın olduğunu görsem dişimi kıracaktım. Gişelerde kimseyi görememek de pek koymadı. Tren saatlerinin yazılı olduğu tabelanın ‘kızıl’a bulanmasını da anlayışla karşıladım. Bütün tren hatlarının tek bir isminin olması da şaşırtıcı değildi.
Herhangi bir yolcu, bekçi, hayat belirtisi yoktu… Ona da eyvallah abi. Ama istasyonun kapısını aralayıp da gördüğüm sahneye, müsaadenizle bir, “Hassssiktir!” demek istiyorum artık. Çünkü tam öylelik bir dünyaydı gözlerimin önüne serilen. Bakıp bakıp boyuna küfredebilirdiniz. Üstelik o dünya, hiç de yadırgamazdı bunu.
Katran karası değil, katran kızılıyla tanıştım o gün. O saniye. Soluğum dudaklarımın arasından kızıl girdi, aynı renkle ciğerlerimde döndü ve daha da koyu bir şekilde fışkırdı burnumdan.
Size manzarayı nasıl anlatabilirdim ki… O kızılı alıp, yemeğinize katık ederek rahatlıkla doyabilirdiniz. O kızılı alıp, damarlarınızda kan niyetine dolaştırabilirdiniz; eskisinden bile fıkır fıkır bir vaziyette üstelik! O kızıl, gözlerinize yansıyıp en âlâ lensten daha tesirli bir etki yapabilirdi. O renk yok muydu o…
Lens mi, hakiki kızıl mı olduğundan bir türlü emin olamadığım onlarca göz bana bakarken; ben soluduğum atmosferin gerçekliğini kavramaya çalışıyordum. Ne gerçeklik ama!
En öndeki bir adım öne çıktı. Son arzumu sormak üzere gibi bir hali vardı. “Son duanı et kalleş!” de diyebilirdi. Ya da, “Tez domalasın şuraya!”
Ama bu, ölüm korkusuyla merhabalaştığım gerçeğini değiştirmiyordu. Hani, karşınızdaki; siyah saçları kısacık kesilmiş, karga burunlu, pis sakallı bir insan da olabilir. Hatta bu kişinin hayli uzun bir boyu, gayet yerinde bir kilosu olması da olasıdır. Tüm bu sıcağa rağmen deri giymesini de anlamlandırabilirsiniz.
Bütün bunlar, az önce az çok kafanızda canlandırdığınız kişinin, “Biz de seni bekliyorduk Alper,” demesiyle genzinden gelen kan kokusu, sizi bayıltmaya teşebbüs ediyorsa normal olma ihtimalini benliğinden söküp atar.
Aralanan dudaklardan gelen kan kokusu midemi bulandırıyor; aklıma mukayyet olma güdümü kısıtlıyordu.
Beni bekliyorlardı, iyi hoş. Bu kadar senaryo benim içindi yani. Vasat oyunlarda, her an ‘bölüm sonu canavarıyla’ karşılaşacakmış gibi diken üstünde gezinen playerlara dönmüştüm.
Konuşan adama bir cevap verip vermemem gerektiğinden emin değildim. Aklımdan öyle şeyler geçiyordu ki, şimdi burada sizinle paylaşıp amcık ağızlı damgası yemek istemiyorum. Belki de çoktan mimlemiştiniz beni, kimin umurunda? Öyle ya da böyle anlatıyordum işte.
Dar istasyon sokağında, en öndeki adamın arkasında bekleşen onlarca deri giysili adam olası kaçış güzergâhımda fink atıyordu. Dört beş katlı apartmanlar dikkatimi çekmiyor değildi, ufaktan tanıdık gelen birkaç arabayı falan da görünce bir an umutlandım; acaba çok da uzak diyarlara açılmadım mı henüz, diye.
Başımı kaldırıp göğe bakmam yeterli oldu. Güneş göğü öyle bir aydınlatıyordu ki; sanki her an kan kırmızısı şafaktı.
Adam sessizliği bir kez daha yırtarak, “Benimle gelmelisin,” dedi. Çeyizimi sonra aldıracaktık herhalde. Sonra bir şeyi unutmuş gibi duraksadı, –çeyiz şart değil abi ya, diye düşündüm çabucak- yüzüme baktı ve: “İhsan Uzun ben,” dedi. “Yazardım. Eskiden.”
Hıı hıı, “Ben de Albert Camus!” diyemedim bittabi. Baktım öyle. Daltonlar’daki Avarel’den bir farkım kalmamıştı. İhsan Oktay Anar’ın kitaplarında bol bol kullandığı Uzun İhsan Efendi olacak değildi ya bu!
Artık bir şeyler demem gerektiğini fark ederek: “B-benden ne istiyorsunuz?” dedim. Titrek sesim, bir dakikalık saygı duruşuyla taçlandırılasıydı.
“Hepsini anlatacağım. Sadece, burada değil.”
Anladım, arka odada sevişecektik. Ahali’nin delici bakışlarına kayan gözlerim fırlayarak İhsan Uzun’a yöneldi yeniden. Adamın sesinde hafif bir ılıklık mı vardı, bana mı öyle geliyordu, inanın hiç bilmiyorum.
Ancak yelkenleri daha fazla tutamayacaktım, indirdim suya…
“Öyle olsun bakalım.”
Canınız dışında kaybedecek pek fazla şeyiniz kalmadığında, akışına bırakmak en güzelidir.
6. Her Şey Olacağına Varır
Ahali’yi yararak ilerlemeye başlamıştık. İkimiz de konuşmuyorduk. Kimden çekindiğimizi anlamamıştım, umursamıyordum da. Çevremde her an bacaklarımın arasına dalışa geçebilecek onlarca adam olmasından rahatsızlık duyuyordum ve Ahali’yi arkamızda bıraktığımızda hayli sevinmiştim.
Bu sırada yürüdüğümüz sokağa da göz atmayı ihmal etmiyordum. Hiç tanıdık gelmeyen ilanlar apartmanların duvarlarını süslüyordu. Arabalar dünyamızdakilere aşırı benzese de, onlarla bir değildi. Yine de hemen her yazılı şeyin Türkçe olması dikkatimi çekmişti.
Benim gibi dil sevdalısı birisinin, baş başayken sorduğu ilk sorunun bu olması da şaşılmayacak bir durum olsa gerek: “Neden Türkçe?”
İhsan Uzun beni şöyle bir süzdü. Göğüs kıllarımı mı sayıyor acaba diye gömleğimin düğmesiyle oynamaya başladığımda güldü. Eyleme mi, soruya mı? İhsan, işaret parmağı ile orta parmağını birleştirdi ve ikiliyi şakaklarına vurdu. Tam üç kez. Sanırım bu anlam vermem gereken bir yanıttı. Geri zekâlı gözükmemek için, “Ne diyorsun lan it!” diyemedim. Anlamış gibi başımı salladım.
Zaten filmlerde böyle mühim sorular hep havada kalmaz mıydı anasını satayım? Hatta daha havalı olsun diye son derece alakasız bir soruyla, sorulan diğer soru pekiştirilirdi.
“Hiç Stephen King okudun mu?”
Bu lavuk King’i nereden biliyor lan?
“Evet?”
“Ya ‘Sis’i?”
Oyuna dâhil olmuştum artık: “Evet?”
“Okbaşı Projesi’ndeki Sis’i de bilirsin o zaman?” diye sürdürdü.
“Hatırlıyorum…”
“King açılan bir gedikten dünyamıza…” Duraksadı ve düzeltti: “dünyanıza akın eden yaratıkları konu eder bu öyküsünde. Yaratıklar sisle gelir. Sis, bütün kıyametin başlangıcıdır. Buraya kadar tamam mıyız?”
Başımla onayladım.
“King biliyordu.”
“Neyi?”
Elbette ki cevap gelmedi! King biliyordu, ama neyi! Nefret ettiğim esrarlı tavırlara verdiğim tepki, Uzun İhsan’ı zevkten zevke sokuyordu herhalde. Bozuntuya vermemeye çalıştım ve varacağımız yere kadar hiç konuşmadım.
En sonunda bir apartmanın önünde durduk. Gözlerim dört katlı apartmanın girişinin hemen üstünde yazan tabelaya takıldı: “Her Şey Olacağına Varır Apartmanı”.
Ve no… No: 1408.
King’in iki mükemmel öyküsünün isimleri… İster istemez yutkundum. Gulp sesi apartmanın boşluğunda hafifçe yankılandı. İhsan Uzun’un peşinden merdivenlere yöneldim…
7. Kulislerde İzah Başkadır
Hani sorsalar, “Bir yazar evi nasıl olur lan?” diye… “Kızılın olmadığı bir diyar için, aha da böyle olur!” diyebilirdim daireye girdiğimde. Duvarlara kırmızı mürekkeplerle -evet, mürekkep efendim, başka bir ihtimal düşünmüyorum!- notlar alınmıştı. Oradan buradan gazete kupürleri fışkırıyor, müsvedde kâğıtlar gırla evin dört bir yanını donatıyordu.
İlgimi en çok salondaki kütüphane çekti. Bir duvar boyunca dizilmiş kitaplara şöyle bir göz atmak bile titrememe sebep olmuştu. Yo, kitapların sayısı değildi beni ürküten. Aşinalık hissiydi yalnızca. Tanıyabildiğim yazarlardan bazıları şunlardı: Stephen King, Michael Ende, Neil Gaiman, Margaret Weis; Sadık Yemni, İhsan Oktay Anar, Murat Menteş, Alper Canıgüz, Aşkın Güngör… Yazarlar tamam, ama Alper Canıgüz’ün “Sisli Gecede İsli Bir Öpücük” diye de bir romanı yoktu yani! Kitabı incelemek üzere uzanan elim, uyarı tonlarındaki bir öksürükle tokatlandı.
İsteksizce parmaklarıma “geri” komutu verip İhsan Efendi’ye döndüm. Bir odanın kapısında dikilmiş beni bekliyordu. Kulise geçiyoruz herhalde, diye sevinemeden odaya daldım.
Çalışma odasındaydık. Burası cidden ‘çalışma’ odasıydı. Genişçe bir masa, rahatça bir koltuk ve bol ışık (kızıl)… Daha ne olsun?
Bütün evdeki darmadağınıklık bu odaya uğramamıştı; düzenin kutsallığı hüküm sürmekteydi. Mumla arasam bir zerre toz tabakası bulabileceğimden emin değildim.
Kendisi masaya oturdu, beni de sandalyeye davet etti. Mikrofon İhsan Uzun’daydı. İzah, uğruna cinayet işlenebilecek birkaç şeyden birisiydi. Bekledim. Kulislerde izah bir başka oluyordu.
“Sis hakkında düşünebildin mi?”
Cevap vermedim, işlevsiz cümlelere an itibariyle nokta koymuştum.
“Ben de öyle tahmin etmiştim,” dedi. Meydanda aldığım kan kokusu bir kez daha gün yüzüne çıkmıştı. Sarı dişlerin arasında koku neredeyse maddeleşip striptiz yapacaktı.
“Bizi buraya getiren Sis’ti.”
Beni de leylekler getirdi, demek istedim. Ama hangi vasıtayla, nasıl geldiğimi hatırlayınca susup devam etmesini bekledim.
“Sis her yazarın eninde sonunda illaki selamlaşacağı bir varlıktır. Çünkü bazı yazarlar, kelimelerin dozunu kaçırır! Edebiyatı ve hayal gücünü öyle iyi yoğururlar ki, doğa buna karşı çıkar. Azrail nasıl hevesle can almaya geliyorsa, kan kokusu köpekbalıklarını nasıl cezp ediyorsa; doğa da o hevesle, o cezple geliyor bizim için!
“Tanrı biliyor, o öngörüyor. Hayal gücünün sınırsız olduğunu, tahtının tehlikede olduğunu hissediyor. Hepimizin bir kotası var ve onu dolduran her yazar sislere bulanıyor. Sisler de onları çeşitli ceplere atıyor. Ve dünya, milyonlarca cebe ev sahipliği yapmakta. Dünyayı bir forum olarak düşün; işte bu cepler de, forumlardaki alt bölümlerin dahi altında bulunuyor. Buraya çekilenler ölmek nedir bilmiyor. Yani en azından ben, henüz bu evrende ölümü tadan bir yazıdaşla tanışmadım.”
Duraksaması, anlatılanların olanaksızlığını kavramam için miydi? Mantığım binlerce karınca tarafından kemirilip çok uzaklardaki yuvaya doğru parça parça taşınmaktaydı. Ev sahibi olan ben, bir daha mantık gibi esaslı bir kiracı bulamayacağımın farkında değil gibiydim.
Sağanak devam etti, ziyadesiyle acımasızdı.
“Kızıl Ahali yaşamak için gerçek dünyaya ihtiyaç duyar. Oradan çektiği kişiler adeta yeni bir evren olur bizler için. Sisler üç yıldır bu diyara kimseyi getirmiyor. Biz de yazıdaşlarımız için Ekspresi kullanıyoruz. Sislerin getiremediğini, biz getiriyoruz. Hep değil canım, arada bir. Şu sözü bilirsin: ‘Bir yazar okundukça vardır.’ Yaşlanmıyor oluşumuzu buna bağlıyorum. Biz birbirimizden besleniyoruz. Yeni yazarların gelmiyor olması; yeni evrenlerin çekilemeyeceği anlamına gelmiyor.
“Bizi okuyacak kimse kalmadı. Seni çektik çünkü iyi bir adaydın. Kimliğin de işte bu yüzden kontrol edildi Alper Kamuran. Sen, silinmekte olan bir halka kan vereceksin.”
Kan vereceksin… Ağız dolusu kan kokusu saçan birisinden bu sözü duymak sinir bozucudur. İnanın burada olsanız bana hak verirsiniz.
“Anlattıkların şahane şeyler,” nasıl bir yalancıydım ben? “Ancak aklım milyonlarca soru yumurtlamakta. Boşalmakta olan bir balinaya döndüm yemin ediyorum.”
Rahatsız edici bir şekilde güldü. Neredeydi benim cana yakın Uzun İhsan’ım?
“Sorgulamak hakkın, dinliyorum.”
Bütün haklarım saklı kalabilseydi keşke, sordum: “Anlattıklarına göre sizler için çok değerliyim. Ya bu Ahali beni neden yiyecekmiş gibi karşıladı? Hem sen kimsin, şerif falan mı?”
Çünkü seni gerçekten yiyeceğiz, okuma-yazma falan yalan, diyecek diye ödüm kopuyordu. Demedi, çok şükür.
“Burada hiyerarşiye pek önem vermeyiz. Sadece birisinin yarım adım önde olması gerekiyordu; o da ben oldum. Sokaktaki herhangimizden hiçbir farkım yok. Şerif falan da değilim anlayacağın.
“Sorunun ilk aşamasına gelirsek; evet, bizim için çok değerlisin. Ama dedim ya yıllardır ne bir yazar geliyor, ne de bir okur… İnsanlar Tanrı’nın bizi unuttuğunu düşünmeye başladılar. Bunu lanet olarak görenler, suyu yeniden bulandırmamak niyetindeler. Seni getirmeyip sonumuzu görmeyi isteyen çok insan vardı. Böyle bir geleceğe izin veremezdim; şartlar ne olursa olsun, okurumuzu buraya çektik. Üstelik tam da aradığımız gibi, sorgulayan, okuyan ve olağan dışındaki ihtimallere de değer veren birisini…
“Sisler bizi buraya attığında, hepimiz bir nevi mahkûm olduk. Kasabanın dışı yokluk. İstasyon’dan ötesi Çukur… Buradayız ve kanıyoruz… Yeniden yaratamadığımız her gün kanıyoruz… Bu iç kanama tarzında bir şey değil, kanayan ‘ruhumuz’.”
Kanayan ruhumuz… Cümle taze sıkılmış portakalın posasına dönmüş olan boş aklımda yankılandı.
“İşin kötü yanı, burası, yani Kızıl Ahali Kasabası, bizlere yeni şeyler sunmuyor. Yeni hayallerin peşinde koşamıyoruz. Dünyadaki gibi özgürce düşünüp hayal edemiyoruz bile… Bu sebeple yeni yüzlere ihtiyaç duyuyoruz. Yemek yemek, su içmek, sevişmek gibi bir ihtiyaç bu… Anlıyor musun?”
Bok anlıyorum: “Evet.”
“Bize yardım etmelisin.”
Sevişerek mi? “Nasıl?”
8. “Eski Şarkılar Gibiyiz, Zamanımıza Göre İyiydik”
“Dünyamıza dönmek artık hayal. Ve Tanrı, ‘kota dostu insanları’yla dünyasında mutlu olduğunu gösterdi. İnançsız birisi değilim, birçoğumuz değilizdir. Ama yeniden inşanın vakti geldi. Kuruyan hayal gücü nehirlerini, azgın sulara çevirmek niyetindeyiz. Yani, birçoğumuz öyle…
“Fitili nasıl ateşleyebilirdik? Yeni birisini buraya çekmek ilk adım olmalıydı; yaptık. İkna ise ikinci adımdı, o da tamam. Sırada bütün kalemşörlerin burada olmayı hak ettiklerini gösterme vakti var. Kotayı aşan bizler, burada yeni bir dünya yaratacağız. Kuraklığın olmadığı bir dünya… Yeni şeyler yazamıyorduk, ama aklımız böyle bir hayalin olasılığı konusunda ıslık çalıp duruyordu. Mecburduk.”
Her şeyin kızılla özdeştiği bu dünyada, tanımadığım, bilmediğim onlarca insanla bir dünya yaratmak fikri… Nasıl denir? Yaşayıp yaşamayacağım bile şüpheliyken, tutup da bir evrenin mimarı olmak? Başka bir mecrada olsam, çarpılmaktan korkardım. Ama herif haklı gibiydi, Tanrı burayı unutmuş olmalıydı. Ekspres benim için gelmişti; artık beni nasıl buldukları, neden beni seçtikleri gibi sorularla ilgilenmemeliydim.
“Eski şarkılar gibiyiz, zamanımıza göre iyiydik. Yeniden yazmak istiyoruz, bunun için bizi suçlayabilir misin?”
Suçlayamazdım.
“‘Nasıl?’ soruma cevap alamadım…”
“Farkındayım. Benimle gel, dışarı.”
Yeniden o huzursuzluk verici sokaklara dökülmek istemiyordum. Lakin soru sorulmuş, boru sokulmuştu. Uzun İhsan’ı takip ettim.
“Tren nasıl işliyor?” diye sorduğumda, dayanma sınırımı aşmıştım. Sessizlik insanı çileden çıkartabiliyordu.
İhsan’ın parmakları yeniden şakaklarına vurduğunda iç geçirdim. Bu cevaplanamayan sorulara verilen bir yanıttı galiba. Ya da hayallerin gücüyle ilgiliydi, yazmanın gücüyle. Bazı şeyler kalemle yaratılırdı; bazı şeylerse ezelden beri vardı. Neyin ne olduğunu karıştıralı çok olmuştu.
Güldüm.
“Neye gülüyorsun?”
“Bir halta yaramayacak adamı, tutup mimar yaptınız ya; ona,” dedim.
Bu sefer bana o da eşlik etti: “Halt tanımı, sen görmeyeli epey değişti.”
İstasyon’un yoluna çıktığını tahmin ettiğim bir meydana geldik. Tek tük deri giysili adamlar görüyordum ve bazen de kadınlar. Hiçbirisi bize ilişmedi, biz de sesimizi çıkarmadık bittabi.
“Bu sıcakta deri ağır gitmiyor mu?”
“Sence de fiyakalı değil mi?”
“Çok afili,” diyebildim. Bunlar, anlaşılması güç insanlardı. Ben de anlamak için yanıp tutuşmuyordum zaten.
9. Cesur Yeni Dünya, Megan Fox’suz Olur mu?
Önümde bulanık bir yol vardı. Hava ve kara bulanıktı. Düşünceler, hisler… Her şey belirsizliğe aitti ve belirsizlik kötüdür. İnsanı çıldırtır. Yeniden bir adım geri gitmek, kendi mahşerimden kurtulmak istedim. İhsan omzumdan tuttu: “Dayan.”
Dayandım, ne olduğunu bilmediğim bir şeye üstelik. Nereden peyda olduğunu bilmediğim bir rüzgâr, kumlarını tenime tükürürken taze kapadığım gözlerimi yeniden araladım. Bulanıklık yerini çöle bırakmıştı.
“Burası nedir?”
Issızdı ve kızıl.
“Cesur yeni dünyamıza bakıyorsun.”
Hadi ya, Aldous Huxley nerede?
“Hayal-et.”
Hani, nerde! Tekliyor muydum? Az önce içinden geçtiğim bulanıklık, bir denizanası gibi konmuştu sanki düşüncelerime. Aklımdan düzelttim: “Neyi?”
“Herhangi bir şeyi.”
Hayal ettim abi, inanın birkaç saniye sürmedi. Megan Fox’u zapt etmeye çalışan bir billboard dikildi anında. İki buçuk metreydi. Saçları elbette kızıldı. Ve üstsüzdü. Belden aşağısını sığdıramadığım için kendime küfrettim. İnsanı düz duvara tırmandırtacak cinstendi.
İhsan güldü, hem de öyle böyle değil. Ben de onunla güldüm. Ve rüzgâr da bizimle güldü. Megan zaten gülüyordu.
“Çok cesurca.”
“Ve yeni,” dedim. Kızıl saçlarını kastederek. Bana, “Oldu bu iş!” der gibi baktı. İşi çabuk kapıyordum…
* * *
Kasabaya döndüğümde bitkindim. Yine de damarlarımdaki kan zevkten fokurduyordu. Yaratıyordum. Yok’u Var ediyordum. Ahali bizi şampiyonlar gibi karşıladı. Çıkarıp sallayabilecek bir kupam olmadığı için üzüldüm. Sallayabileceğim başka şeyleri aklımdan uzaklaştırıp onları selamladım. Ben çok kral adamdım.
Ağızlardaki kan kokusu durulmuş gibiydi. Gözlere fer inmiş, keyifler tıkırındaydı. Birkaçıyla tanıştım. Hepsi hakiki yazardı. Çoğu Türk’tü; ama yabancılarla da karşılaşıyordum. Haliyle gözlerim King’i aradı. Kral adamlar, kral adamlarla muhatap olmalıydı.
Onu bulamayınca İhsan Uzun’a sordum. Bana burada olmadığını söyledi. Herhangi bir cepte olabilirdi. O kotasını aşmadıysa, buraların bomboş olması gerektiğinden bahsetti. Hak verdim. Belki başka evrenlerde görebilirdim, şansıma küsüp işime baktım.
Yani köşeme çekilip ağladım. İhsan’ın dairesindeydim; o, dışarıdaydı.
Evimi istiyordum, bu sarhoşluk hissi bana göre değildi. Ben yaratmak değil, yaratılanı yaşamak istiyordum. ‘Tersten İlişkici’ kod adlı Zifir’in eşliğinde geldiğim kasabada olan her şey tersti bünyeme. Renkler tersti, inançlar tersti, arzular… Her şey.
10. Tersten İlişkiciler Artıyor
Kapımıza dayandılar. Doktor Frankenstein’ı cezalandırmak için meşalelerle, tırmıklarla gelen köylüler gibi; kapımıza dayandılar. İhsan onlardan bağnaz kesim olarak bahsetmişti. Yeniliği istemeyen, Tanrı’nın öfkesinden çekinenler olarak… Belki haklıydılar; ama anlık gerçeği değiştirmiyordu: “Kaçmamız lazım.”
Hızlı bir şekilde hazırlanışımız -İhsan gerekli olduğuna yemin billâh ettiği birkaç şeyi toplarken ben de kapının ardına, kapıya destek olsun diye mobilyalar çekiyordum- tamamlandığında; acaba camdan mı atlayacağız? diye düşünmeye başladım. İhsan Uzun pencereyi açarken hiç şaşırmadım.
En az on kişi varlardı, sarsıntılar bir süre kesildikten sonra; balta darbeleriyle devam etti. İçeri girmeleri an meselesiydi. Su borularından -filmlerdeki gibi- aşağı kayarken kendimi ilk defa özgür hissettim. İhsan hemen üstümdeydi.
Kapıyı kırdıklarını işittik. Ardından birinci kattan yere düştüm zaten. Kedi olsam dört ayak üstüne düşme şampiyonu seçilirdim; çünkü hiçbir yerimi incitmemiştim. Sonra beklenen komut geldi: “Koş!”
“Yoksa düşersin…” diye tamamladım, içimden. Hızlıca silkelenip itaat ettim.
Bu ‘tersten ilişkiciler’ ile sorunum neydi, inanın bilmiyordum. Ben, benden isteneni yapıyordum. Kaçmaya başladığımızı anladıklarında peşimize düşmeleri uzun sürmedi. İnsan kapının önüne birkaç adam koyar, diye düşünürken; sokağın sonunda ellerinde satırlarla üzerimize gelen altı ‘ters ilişkici’ ile burun buruna gelmem nazik bir dilde beni yanıltmıştı; daha kaba olmak gerekirse “göt olmuştum”.
İhsan omzumdan tuttuğu gibi bir ara sokağa fırlattı beni. Kurtuluş yok gibiydi. Gerimizde bağırış çağrış ve vuruşma sesleri duyduğumda arkama bakmak istedim. İhsan izin vermedi: “Yardım geldi, ama uzun sürmez. Çok kalabalıklar.”
Bu kızıl kasabada bizden yana insanların olduğunu da bilmek rahatlatıcıydı. Her ne kadar az da olsa, faydasını görüyor gibiydik.
Cesur yeni dünyamıza giriş, ilk seferkine göre daha kısa sürdü. Yine de kısmi bir belirsizlik saniyeler boyunca ruhuma püskürdü. Ama beni alt etmeye yetmedi.
İhsan soluk soluğaydı, biraz nefeslendikten sonra: “Gel.”
Dünyamız hiç de fena olmamıştı (Sizi Megan Fox’un karşıladığı hangi dünya fena olabilirdi ki?). Öyle betonarme bir yol tutmamıştım. Daha çok bir kovboy filmi havası vardı. Toprak yol, iki yanında uzanan tek katlı tahta binalara doğru uzanıyordu. Taverna, sinema, kütüphane tarzı yerler. Öyle arabalar olsun istememiştik, biraz ırağa çiftlik kurmuştum. Atlar için.
Ama elbette hayat yoktu. Kuş uçmuyordu. Ben sadece dış profili çizerdim; içini doldurmak kalemşörlere kalırdı. Resmi boyamalı, ona hayat vermeliydiler. Henüz o mertebeye ulaşmak istemezdim; bir cana hayat üflemek istemezdim. Henüz değil, bunu hiçbir zaman istemezdim. Şirk olmak demekti, Tanrı unuttu diye onunla sidik yarıştıracak değildim.
Burasının en önemli özelliği, yani Kızıl Ahali Kasabası’ndan farkı; yazarların yeniden üretebileceği bir atmosfere sahip olmasıydı. Lanetin mührü burada kırılıyordu. İnsan bunu neden istemez? Herkes Mersin’e giderken, bu ibneler niye tersine gidiyordu?
Şimdilik en güvenli yer olan çiftliğe doğru yollandık.
“Buraya girebilecekler mi?” diye sordum.
“Elbette.”
“Canımızı okuyup darmaduman edecekler desene bizi…”
“Öyle bir dünya yok.” Şakaklara vurulan parmaklar… “Senin çizdiğin evreni, ben boyayacağım. Direneceğiz. Hele bir varalım da.”
Ulan bu herif bir iki sokak ve birkaç bina yarattıktan sonra ne kadar bitap düştüğümden bihaber miydi acaba? Olamazdı herhalde. Yine de hak verdim; can derdine düşmüştük. Hayallerimi savaşa hazırladım.
11. Kıyamet Çiftliği
Çitleriyle, daha sağlam ahşabıyla, geniş arazisiyle, dikenli telleriyle, bol katlı hanesiyle; çiftlik cidden güvenliydi. Bir hendek yaratmamı istedi İhsan, kısa vadede oyalanmaları için. İstedim ve oldu.
Şehrime girdiklerini hissettim. Bunu kılcal damarlarımdan başka kimse anlatamaz. İhsan sakin olmamı söyledi. Maşallah adamdaki soğukkanlılık seri katillerde yoktu. Nasıl bir savunma yapacaktık? Canlı yaratmak kolay mıydı? Benden bir kalem ve kâğıt istediğinde, ona bir defter (üç orta) ve bir deste de kalem verdim.
Yazmaya başlamak için seslerin yakınlaşmasını beklemedi. Ona ne yazdığını sormadım. Zaten fırsatım da olmadı.
Kesik kesik soluk alıyordum; ama yine de işi bırakmadım. Büyük lokmalara nefesim kalmamıştı ama sağlam taşlar ve bir sapan hayal etmek zor olmadı. İkinci kattaydık; çiftlik de yola hâkim bir yükseltide sayılırdı. Menzilime girmeleri vakit almadı. Otuz beş – kırk kişi olmuşlardı. Ahali’nin nüfusu kaçtı ki?!
Elimdeki komik taşlarla heriflerin ancak taşaklarını gıdıklayabilirdim. Birkaçını hadım edebilsem ne âlâ! Kıyamet Çiftliği’nde kapana kısılmıştık. Endişeli gözlerle İhsan’a baktım. Kalemle sayfaları dövüyordu mendebur. Yazdıklarının dünyama (sahiplenmiştim artık, ne yapayım!) iştirak etmeleri için hangi merhalelerden geçmesi gerektiğinden emin değildim; fakat uzun sürmese iyi olurdu. Hendeği aşmanın bir yolunu bulacak gibiydiler.
Hendeği aşmanın bir yolunu bulmadılar. Molotof kokteyli olduğunu anladığım silahlarla, bize cehennemi yaşatma niyetinde olduklarını anlamam uzun sürmedi. İlk atış avluda patladı, otlar cayır cayır yandı ama yangın büyümedi. Hendek yerine bir duvar dikseydim keşke, diye düşündüm. Şimdi iki taşı üst üste koyacak güçten acizdim. Kaldı ki ikinci atış çok daha tehlikeli bir noktada patladı.
Çiftlik hanesinin dört bir yanı hendekle çevriliydi. Arka kapıdan firar fikri yalan olmuştu. Ben yaptım mı, işimi tam yaparım. Enine boyuna, geniş ve derindi canına yandığım.
Bağrışmıyorlardı. Cehennemin korunu hazırlamakla meşgul olan zebanilerin, gözleri hiçbir şeyi görmüyordu. İnsan bu kadar mı çığırından çıkardı? Özgürlük bu kadar mı korkuturdu?
Kalem dostları, molotoflu neferlere dönmüştü. Ürkütücü.
Oysa her biri, şu an istese bir kalem-kâğıt ile sonumuzu getirecek canlar üfleyebilirlerdi. Öfke mantığın önünü kesmişti. Bay Mantık’a döndüm: “Bitmedi mi?”
“Bitti,” dedi.
Bu tarz soru-cevapların akabinde olması gerektiği gibi, alt kattan sesler duyduk. “İsmail mutfakta biri mi var?” diye sorasım geldi, o şarkıyı severdim. Bir şeyler devrildi ve ahşap merdivenlerin isyan senfonisi eşliğinde ‘o’ yukarı çıktı.
İki buçuk metre boyunda bir ölüm makinesiydi gördüğümüz. Kas torbası. Kan birikintisi. Kemik hazinesi. Arkham Asylum kaçkını.
Neden böyle tanımlamalara gittiğimi anlatmam gerekirse… (Keşke gerekmese.)
Adamın göz torbaları bile (gözleri kırmızı kan çanağıydı) kaslardan oluşuyordu. Kolları, boynu, beli, bacakları… Altında Orta Çağ’dan kalma kahverengi bir eşarp vardı. Üstü çıplaktı. Damarlar şişkin, derisi kokuşmuş… Bazı kılcal damarlar çatlamış ve sürekli bir kanama görüntüsü meydana getirmişti. Ve herifin kemikleri, sıradan bir insanda bulunması gerekenin en az iki katı kadar fazlaydı.
Kaçık bir kaçkın oluşunu anlatmıyorum, bunlar yeter de artar.
Burnundan soluyordu. Kolları ellerinin ağırlığını taşımakta zorlanıyormuş gibi (çünkü birer balyoz gibiydiler, buna inanırdım) iki yanda savruluyordu. Önce bana, ardından da İhsan’a baktı. Bir silahı yoktu, herhalde çiy çiy yemeye programlanmıştı.
Ben de İhsan’a baktım: “Bu mu yani?”
“İlk sefer için temiz bir çalışma gibi geldi. Teraziye tıklamalık.”
Adam kelimelerden kafayı bulmuştu. Ölüm Makinesi önce hangisini becersem bakışını bir yana bıraktıktan sonra: “Sahip?” dedi.
Neydi bu insandaki ego olayı? Yaza yaza akılsız bir köle mi yazmıştı?
“Dışarı çık ve onları buradan uzaklaştır.”
Beyimiz İhsan, emir vermeye alışık gibiydi.
“Gerekirse can yak.”
Beyimiz kana da alışık gibiydi.
“Ölümden kaçınma.”
Çünkü ölüm, yaşamanın ağır bedelidir, diye tamamladım içimden. Adamda hendeği tek sıçrayışta geçebilecek potansiyeli görmüştüm. Hatta gerekirse yerküreyi döve döve kıvama getirir, yürüyerek karşıya geçerdi.
Kapıya yönelirken sonrasında olacakları düşünmeye başladım.
Dışarısı alev alevdi, küçük cehennem hanemize doğru adım adım yaklaşmaktaydı. Herifin ateşten etkilenmeyeceğini bilmek için, İhsan’ın yazdıklarına bakmam gerekmiyordu. Sayfalarca karaladığı şeylerin hepsi bizim lehimize olmalıydı.
“Ona bir isim vermedin mi?” dedim.
“Ah, verdim: Mahşer.”
Tercihine bitmiştim, mırıldandım: “Mahşer…”
12. Mahşer
Mahşer bana döndü. Sanki eski bir düşmanını görmüş gibiydi. Oysa az önceki bakışında pek ilgisini çekememiştim. Öyle birisini kapıdan döndürecek kadar önem arz etmiyordum. Bu nedenle korktum, en büyük hakkımdı.
İhsan Uzun’a dönüp, “Sorun ne?” dedim. Bilmediğini ifade edercesine omuz silkti ve emrini tekrar etti: “Dışarı çık. Onları uzaklaştır.”
Adam yerinden kıpırdamadı.
“Sana çık dedim!”
Kas yığını bana bakıyordu.
“Mahşer. Hemen. Dışarı. Çık!”
Tane tane anlatmak da yetmemişti, hayvan herif güzellikten anlamıyordu.
Kollarını iki yana açarak odanın rengini değiştirdi. Yani biraz gölgelendik diyelim. Bana doğru gelirken oğlunu kucaklamaya koşan bir baba edası sezemedim ne yazık ki.
Geri çekildim, yapabildiğim kadar. İhsan’ın benliğinde ilk defa korku gördüm: Beni kaybetme korkusu… Masaya yönelip kaleme uzandı.
Hain tahta parçası yere düştü. Bir başkası işini görürdü, ama bu ona çok önemli birkaç saniye kaybettirmişti.
Kaçık Kaçkın öpüşme menzilime girmişti. Dudaklarım seğirdi. Beni öldüreceğini anlamıştım. Ters giden neydi bilmiyordum, beni neden düşman bellemişti bu herif!
Tam bana dokunacağı sırada hemen ardımdaki pencere büyük bir şangırtıyla kırıldı ve Bay Molotof içeri teşrif etti. An sonra oda alev alevdi. Paçalarımın hiç böylesine tutuştuğuna şahit olmamıştım.
İhsan bağırdı, (kaçıncı kez?) “Kaç!”
Nereye? Önüm arkam, sağım solum mahşerdi. Ve bu arada, ateş Mahşer’i gerçekten etkilemiyordu…
Geri geri gittim, yanmakta olduğumun farkındaydım; ama inanın bana, adrenalin büyüktür, acı. İki çarpı iki gibi bir şey bu.
Uzun İhsan aklımdan geçeni anlamış gibiydi, umudun olmadığını o da fark etmişti. Başını hayır anlamında iki yana salladı.
Ben gidersem oyun biterdi.
Mimar, bir evreni tamamlamadan hayata gözlerini yumarsa; sayfalar tutuşurdu.
Paçalarımı kıskandıracak derecede üstelik! Bunu biliyordum, bu dünya benimdi.
Alevler İhsan’a da ulaşmıştı artık. Sonra, bir an yüzünde minnetvari bir ifade gördüm. Kısacıktı. Sanki bana denediğimiz için teşekkür ediyordu. Ben de ona teşekkür ettim, zevk duymuştum.
Ve acı.
Yani düşerken.
Kendimi pencereden aşağı bıraktığımda Mahşer öfkeyle kükredi. Bu diyara yapay yollarla teşrif edenlere öfke duyması normaldi. İhsan yazdıklarıyla bunu engelleyebilir miydi, emin değilim. Belki yazmış; ama olmamıştı. Belki aklına bile gelmemişti.
Belki de isteyerek es geçmişti.
Her neyse, yer benimle buluşurken uzaklarda bir yerlerde Kızıl Ahali Ekspresi’nin düdük sesini duydum. Beni selamlıyordu.
Son nefesim dudaklarımı terk ettiğinde, kovboy kasabam Mahşer Günü etkinliğini layıkıyla sonlandırmıştı. Alevler ve bilinç çekildi.
Sonra tüm sayfalar yırtıldı. Her minvalde olduğu gibi.
SON
Ağustos 2010