Deliliğin Binalarında

“Bir yapı çıldırabilir mi?”

Tomris Uyar, “Son Sanrı” 

Birtakım ayak izlerini izleyerek ta buralara kadar gelmiştik. Bir şarkı çalıyordu, çok uzaklarda. Hangi dilde olduğunu anlamak istememiştik. Kötü bir anı var aklımda, anlatmak istiyorum.

Bir sabah uyandığımda duvarda bir örümcek gördüm. Muhtemelen bana bakıyordu. Ben de ona baktım. Çok az baktım ama. Örümceklerden korkmam. Yine de bu sıradan bir örümcek değildi. Kapkaraydı, bir körün gökyüzü kadar kara. İriydi ve kıllıydı. Düşündüm ki oğlum bu seni ısırırsa kaçınılmaz bir şekilde dikersin nalları. Isırmasın istedim, anlıyor musunuz? Terlikledim onu.

Yapıştı duvara, kanadı. Kanamasını garipsedim. Öylece dakikalarca kanadı durdu orada. Leşine dokunmak istemedim, daha doğrusu, leşini duvardan kazımaya cesaret edemedim. İşime baktım.

Ertesi gün, örümceğin leşinin etrafını sarmışlardı. Başka örümcekler. Bir çeşit cenaze töreni düzenliyor gibiydiler. Donup kaldım. Aklım almıyordu. Bir örümceğin arkasından yas tutan başka örümcekler fikrini aklım kabul etmiyordu. Başta onu yiyeceklerini sandım. Ama yemediler işte, bildiğiniz matem vardı duvarda. Kabul edilemezdi. Kabul etmedim.

Hepsini öldürdüm sonra. Bunu da, bunu da, hepsini! Hepsi öldüğünde elektrik süpürgesiyle duvardan ve yerden leşleri çekip aldım. Makinayı iki sokak aşağıdaki çöp tenekesine boşalttım. İçim rahat etmedi, makinayı da attım. Sonra korktum, elektrik süpürgesinin de cenazesine gelirler diye ödüm patladı. Yarın sabah bu tenekenin etrafında birkaç süpürge görürsem aklımı oynatırdım.

Birtakım ayak izlerini izlemek durumunda kaldığımı da o an fark ettim. Ta buralara geldim sonra.

* * *

Kadıköy’deki bütün iyi adamlar bilir ki bir yerde binalar çıldırmaya başlıyorsa orada kötülüğün kanatları birileri için gerilmiş demektir. Binaların çıldırmasını istememiştik biz.

Önce biri, sonra diğeri, öbürü, ötekisi Allah’ım… hepsi! Hepsi çıldırıyordu, çıldırmışlardı, çıldıracaklardı, zaman kipleri, noktalar, virgüller hepsi birbirine girmişti; durmuyorlardı!

Ben sadece birinin çıldırışını anlatacağım. O binayı çok severdik çünkü. Ben çok severdik, biz çok severdim. Kim olduğumuzu anlıyor musunuz? Beni/bizi görebiliyor musunuz?

Delilik bulaşıcı mı? Şarkının sözleri hangi dilde? Allah’ım, “Sus!” de sussun bütün sesler!

Demez, sus denmez hiç. Susmak gerçeği anlatmanın asıl yolu çünkü. Gerçeği hiç anlamayalım diye, bir yerlerde bir şeyler sürekli konuşur. Özellikle binalar, çıldırmış olanlar. O binayı anlatacağım size, evet.

* * *

Buraya geldiğimde beni çok iyi karşıladılar. Bi ton iyi adam vardı bu semtte. Bi ton kelebek vardı sokaklarında. Bi ton ağaç vardı, dallarında şarap içmeniz için bellerini kırarlardı. Bi ton tonton kedi vardı, kitapçıların kapılarında yatarlardı. İyi adamların iyi kedileri olurdu. Bunlar gerçek, inanın.

O binada uyuyordum ben. Çift katlı bir dürümcüydü işte: Arizona Dürüm. İçeri girdiğinizde sizi Goran Bregovic’in ezgileri karşılardı. Hiç çıkmak istemezdiniz. İkinci katında minik bir aile salonu vardı, ilk katındaysa genelde öğrenciler falan takılırdı. Eğer üçüncü bir kat olsaydı, orasını da ölülere ayırırdı Cemil abi. Öyle düşünceli bir insandı. Her kesime, herkese hitap etmek isterdi. Bazen dürümcünün üç katlı olmadığına seviniyorum. Çünkü cümbür cemaat -yani ben- gelip de yatacak bir yerimin olmadığını söylediğimde; aile salonunu açmıştı bana. Üçüncü katını da açabilirdi, eğer sahip olsaydı.

Neden böyle oluyor hiç anlamıyorum. Olmamış ihtimaller için tasalanıp duruyorum. İzlediğim bir filmde iyi adam birkaç karga alıp onlara niyet çektirme planlarından bahsediyordu sevdiği kadına. Çok bed bir düşünceydi bu ve acayip canımı sıkmıştı. Adam kargaya niyet falan çektirmedi filmde; ama ben o ihtimalin varlığına kahrolmaktan filmi anlayamadım.

Laf lafı açıyor, farkındayım. Arizona Dürüm nasıl delirdi? Aklınızda bu soru, kulaklarınızda Goran, beni bekliyorsunuz. Beni beklememe ihtimalinizi düşündüğümde… kahroluyorum! Bütün dünya bizi beklemeliymiş gibi hissediyorum fakat, bütün dünya bizi neden beklesindi ki? Cemil abi de öyle diyor: “Dünya beklemez, senin gitmen gerekir.”

“Abi diyorum, güzel abim. Nereye gideceğim? Kelime kelime, harf harf dağılıyor aklımın içindekiler; nereye gideceğim? Cemil abi o süpürgeler tören falan yapmamışlardır di mi? Cemil abi aklım çıkıyor, o örümceğin atlarla yarıştığı kâbuslar görüyorum. Atların ölüm demek olduğunu biliyorum, abi. Abi delirdik mi biz?”

Böyle anlarda Cemil abi çok iyi niyetli yaklaşır, başımı okşar, varsa o günden eğlenceli bir an anlatır, baktı moralim düzelmiyor; küfreder. Cemil abi deli gibi küfreder. Çok komiktir küfürleri. Feryat figan eder üstelik, tüm müşteriler duyar. Goran bile duyuyordur bana kalırsa. Kimse de rahatsız olmaz, Cemil abinin hakkıdır çünkü küfretmek. Küfür ona helal kılınmıştır; banaysa helalden ve de haramdan muaf olup olmadığımı düşünmek kalır. Aklımın çıktığını hissediyorum bazen, bana sual olmaz diyerek sokaklarda otobüs kovaladığım oluyor sonra.

Yakaladığımda ne yapacağımı bilmiyorum ama. Tanrım, sen olsan bir otobüsü yakaladığında ne yapardın? Bence binip bütün yolculara derdin ki: “Şüphesiz ki bizler sizleri bu otobüsü yakalamanız için yarattık. Öyleyse bunca karanlık niye! Bir otobüse binmiş, gidiyorsunuz. Bu semtten, bu şehirden, belki de bu ülkeden gidiyorsunuz; siz iman edenler hiç mi düşünmediniz gidemeyenlerin halini?” Havaya üç el ateş ederdi şoför, oracıkta secdeye kapanırdı cemaat. Ardından bütün şükür namazları gidebilen insanlar için kılınırdı, üç rekâttan olmak üzere. Şoför peygamber ilan edilirdi. Otobüs Miraç Gecesi peygamberi aya taşıyan taşıt…

Bir otobüse binip gidebilmiş insanlara saygı duyarım hep. Ben birtakım ayak izlerini izleyerek ta buralara gelmiştim mesela ama; otobüse binmek hiç aklıma gelmemişti. Evimi, duvarlarımı falan bırakıp da gelmiştim buraya. Cemil abi olmasa sokakta kalırdım herhalde. Örümceklerin cenazedeki matemi ve elektrik süpürgelerinin çöp kutusunun kenarındaki olası şöleni, sokakların en dibinde saklanan; katıksız karanlıklar kadar korkutmuştu bizi. Korkak bir canavar gibi kaçmıştım.

Onlardan korkuma mı gelmiştim buraya, bilmiyorum. Cemil abiye sordum, “Değişiklik iyidir, boş ver!” dedi. “Aklımı yitirdim abi, neresi iyi?” diyemedim. Gönlü olsun istedim adamın.

İlk ona söyledim: “Abi,” dedim. “Bu bina deliriyor olabilir mi?” Bu defa gücüne gitti ama sezdirmemeye çalıştı; yine de anladım tabii ben. Hiç kaçırmam. “Ne bileyim abi, sesler falan duyuyorum, olmayan odalar, duvarlar, musluklar neyin fark ediyorum. Siz gelince yok oluyor sonra hepsi.” Bir müddet düşündü. “Yat uyu İsmail,” dedi. “Kapatıyorum dükkânı, sabah düşünürüz.”

Yattım, uyumadım. Sabaha kadar hep karanlık. Ta dibine kadar, her yer hep karanlık. Nasıl uyuyacakmışız ulan!

* * *

Sessizlikler aklımda hep minibüs kornası. İki mısra şiir yazsam sanki her şey düzelecek fakat asıl soru şu: Düzelmeli mi her şey? Yanlış mı gidiyor dünya? Doğru ya da yanlış hakkında hiçbir fikrimin olmadığı; o sabahı bekleten ama karanlıktan da memnun bırakan gecelerdeyiz. Uyku tulumunun içinde günahkâr bir ölü kadar huzursuzum. Uzun süredir kulaklarımda olan şarkının sustuğunu fark ediyorum. Belki de o yüzden bu kadar katıksız gece.

Karanlığı kaşıkla yiyebilirim sanki. Akşam yemeğinde dürüm yedim ve karanlığı kaşıklamak istemiyorum. Karanlık ağır gelir bu saatte. Ama düşününce, karanlığı başka hangi saatte yiyebilirsiniz ki? Tulumumdan çıktım. Ters çevrilip masaların üzerine dizilmiş sandalyelerden birisini çektim ve oturdum. Sandalyenin önü duvara bakıyordu, haliyle ben de duvara baktım.

İçeri hiç ışık sızmadığından duvarda örümcekler var mı yok mu bilemedim. Avucumu duvarda gezdirirken aslında bir iki örümcek bulsam; gecem canlanır diye düşünüyordum. Muhakkak aklımın içinden birkaç havai fişek beni umursamadan kaçıp giden o kalleş keçileri kovalamaya düşer. Biraz ışığa da böylece kavuşmuş olurum işte.

Ama yok. Duvar yeni doğmuş bir orospu çocuğunun teni kadar düz ve pürüzsüz. Üstünde hiçbir şey yok. Düz soğuk.

Nedenleri düşünmem için hava ve zemin şartları mükemmeldi.

Düşünemedim.

“N’apıyorsun ulan sen, baban yaşında duvara!”

N’apıyorum ben?

“Kontrol ettim ya, örümcek falan var mı diye.”

“Var mıymış?”

“Yokmuş ama bu duvarların dili varmış da konuşuyormuş.”

“Peki, sence bu normal mi?”

“Değil. Değil ama son zamanlarda ne duvarlar, ne örümcekler, ne sokaklar, ne de ben normalim. Binalar çıldırıyor gibi. Sen de çıldırdın, öyle değil mi?”

“Senin yansımanımdır belki sadece.”

“Saçmalama lütfen. Sırf ben delirdim diye, sen de delirecek değilsin.”

“Yanlış anladın. Ben senin çılgınlığınım diyorum. Parçalanmış aklının dağılan zerreleriyim. Örümcekler Büyük Patlama’nı yaşattı sana ve aklının temas ettiği her şey çıldırmakta artık. Cemil abininki de yakındır. Bugünlerde fazla vakit geçiriyorsunuz onunla.”

“Bu ne boktan iş! Bir gün cenazeye katılmış bir avuç örümcek görüyorum ve öylece çıldırıyorum ha? Üstüne ben çıldırdım diye, ilişkide bulunduğum herkes… herkesi siktir et, her şey delirmeye mi başlıyor? Ya bi git Allah aşkına. Çatının altında yatıyorum diye sana saygım sonsuz ama, bu kadar saçmalamaya delirmiş bir duvarın bile hakkı olamaz!”

“Hak hukuk falan başlatma şimdi. Delirttin ulan hepimizi. Rıhtım’da sevdiğin o kedi kendisini denize attı ardından; dün mutfağımızda ağzını dayayıp gizlice su içtiğin çeşme akmaz oldu, trip atıyor insanlara. Tesisatçı geldi, halledemedi. Konuştular biraz, sorun sizde değil bende, diyor musluk. Gerginmiş sadece. Cemil abi bir şey demedi, tabakları helanın musluğunda yıkıyor artık. Ayrıca merdivenlerin bile tadı yok. İkinci kata çıkartıyorum diye insanları bakkala falan gönderiyor; nasıl becerdiklerini bilmiyorum ama tam bir şerefsizlik abidesi oldular. Karıştırdın herkesi, akılları aldın başlardan, keçilerinle yedi yıldızlı tatil köylerine gönderdin dünyayı. İsmail, bu yaptığın iş değil. Git artık, evine dön.”

Bir duvar tarafından kovulduğuma inanamıyordum. Cemil abi bir şey demiyor; bunlara mı kaldı ulan benim hesabımı dürmek! Gitsem nereye gidecektim? Şehir adamıyım ben, sokakta yatmasını da bilmem. Param yok, bir otobüse binip de gidemem. Cesaretim yok, mahalleme geri dönemem. Arizona Dürüm’ün has duvarı tarafından, insanları ve nesneleri delirtmek suçuyla yargılanmış ve suçlu bulunmuştum. Öyleyse bundan sonra nereye gitsem bizimle gelecekti delilik.

“Nereye gitmeliyim Duvar, şimdi ne yapmalıyım? Babam yaşındasın ya hani, akıl ver bana; yol göster.”

“Hayat demek, ölümü beklemek demektir, demişti bi filminde Sadri Alışık. Git mahallende ölümü bekle, zarar verme artık dünyaya.”

Bir avuç örümceğin yaptığına bak sen. Gidilecekse illa, gidilirdi ya çok da önemli değil. Birtakım ayak izlerini izleyerek geri dönerdim dönmesine de… O elektrikli süpürgeler beni çok korkutuyor abi.

Çok korkuyorum. Delicesine korkuyorum, iliklerim daralıyor korkudan. Allah’ım, bu hayattan sağ kurtulamayacağım değil mi?

Bakıştık duvarla. Öyle öyle anlaştık işte. “Hoşça kal,” dedim, bu sonradan aklıma gelmişti. Çünkü bir defa, “Hoşça kal,” deyince; bir daha katiyen görüşmüyordunuz. Vedaların en kesini buydu bence. ‘Gidiyorum elveda’dan bile daha kesin. Bir duvara ‘hoşça kal’ demişseniz eğer, bu onunla son görüşmeniz demektir. Mesela evime ve mahalleme demedim öyle şey. Geri dönüyorum gördüğünüz gibi. Olay hoşça kalda bitiyor. (Bitiyor. Bitiyor!)

“Hoşça kal Arizona Dürüm ve Cemil abi, hoşça kal.”

Merdivenlerle bir alt kata ineyim dedim de kendimi ta aşağı sokakta buldum. Daha kapıya falan veda edecektim ama her neyse. Hoşça kal merdiven…

* * *

Doğrudan evime gidebilir, evimdeki duvarlarla delirip delirip dans edebilirdim. Kimseye bir zararım dokunmazdı duvarlardan başka ve sonunda, sonunda bir şekilde açlıktan; susuzluktan ya da başka bir sebepten ölüp giderdim. Mezarda ölüleri delirtmem umarım, diye düşünüyordum yürürken.

Elbette işler öyle gelişmedi.

Kaşındım. Ciddi manada kaşındım. İki sokak aşağıdaki çöp tenekesini ziyarete gittim. Ne göreceğimi bildiğimden şaşırmamıştım; ama sabrım taşmıştı. Üç elektrik süpürgesi çöp tenekesinin yanında ağlıyordu. Kim kaç gündür oradalardı yahut gelişimi haber vermişse sokaklar, sırf benim ağzıma sıçmaya; fırlayıp gelmiş de olabilirlerdi bu çöp tenekesinin karşısına. Onu da bilemezsiniz hiç.

Katıksızlığı geceden öğrenmiş bir insan olarak, katıksız nefretle de o an tanıştım. Gidip hepsini paramparça etmek için üzerlerine yürüdüm. Bir tanesini sapından tuttuğum gibi yere çalacakken konuştu, makine değil; konteynır konuştu: “Sen dalarsan ben de dalarım abi!”

Donup kaldım. Makine elimden kayıp düştü ve bin ah işittim. Önemi yoktu. Kimi hislerin tarifi de olmaz. Başım öne eğildi, evime kadar Aldırma Gönül’ü söyleyerek gittim.

Görecek günler var daha?

* * *

Görecek günler yoktu daha. Üç gün sonra evim intihar etti. Bütün apartmanı nasıl ikna etmiş bilmiyorum, öylece temellerinin bağı çözülmüş de yıkılmıştı işte. Hemen ölmedim ama. Arama kurtarma ekiplerinin sesini duyana kadar ölmedim. Ses etsem çıkaracaklardı muhtemelen beni o göçüğün altından; ama ben işlerini zorlaştırmak istemedim.

Bir avuç örümceğe selam olsun, istedim. Deliliğin binalarında çiçekler açsın.

SON

7 Temmuz 2012

Bir Yorum Yap