Gideceğimiz Yer | Öykü

Çanlar çaldığında, kimse için kaçarı yoktur ölümün. O, yaşa bakmaz. Körpecik olmanız O’nu ilgilendirmez. Yapacak onlarca şeyiniz olması da önemli değildir. Hayatta istediğiniz yere gelip gelmemenizi de iplemez. Bugün varsınızdır. Şu saniye, bunları yazıyorsunuzdur. Diğer ‘saniye’ ölümle birlikte gelir. Kaçarı yoktur.

Çanlar çalar.

Simsiyah ve ölüm kokan, o iri çanlar çalar.

Ubsem de bir an ‘var’ idi. O incecik ipin üzerinde de olsa, ayakları bir yere basıyordu. An değişti, çanlar çaldı. Ölüm nefesini üfledi…

* * *

Gözlerini açmak ve derince bir nefes almak istiyordu. Gözleri açıldı, ama nefes bir türlü gelmedi. İri ela gözleriyle gökyüzüne baktı. Su mavisiydi. Uçsuz ve bucaksız. Burnunu yokladı buz gibi küçük elleriyle. Yerindeydi. Ama nefes alamıyordu. İçine o tertemiz havayı çekemiyordu bir türlü. Ağzıyla denedi aynı işlemi. Akvaryum balıkları gibi hissetti kendisini. Ağzını aptalca açıp kapatıyor, fakat hiçbir şekilde ciğerlerini havayla dolduramıyordu. Ucundan pembe ponponları sarkan, kırmızı şapkasına baktı. Salep rengindeki kısa saçları, bu şapkanın altında toplanmayı becerememiş ve oradan buradan dışarı fırlamıştı.

Doğrulmak ve ne halde olduğuna bakmak da o anda aklına geldi. Karlar içerisinde yatmıştı. Kim bilir kaç saat? Her taraf o eşsiz kremanın altındaydı. Baygın kaldığı yerde, daha bir yıl önce her kar yağdığında dışarı çıkıp yerlere atladığı ve bedeniyle o beyaz kremşantiye kelebek şekli vermek için debelenirken çıkan izlerden oluştuğunu gördü. Bu onun şimdiye kadar yaptığı en iyi ‘kelebek’ olmalıydı. Evet, öyle olmalıydı.

Üzerinde şapkasıyla aynı renk irice bir palto vardı. Bunların hiçbirini daha önce giydiğini hatırlamıyordu. Böyle pahalı şeylere asla sahip olamamıştı. Çevresine baktığında, o beyaz örtünün altında tanıdık izler gördüğünü fark etti. İri bir tekerleği andıran dev bir yapı, karlar altında kalmış bir binanın duvarı üzerine çökmüştü. Ubsem sonradan bunun Dönen Fincanlar adını verdikleri dönme dolap olduğunu fark etti. Fincan şeklindeki oturma kabinleri, Polen Karnavalı’nın genç çiftleri için bulunmaz bir Hint kumaşıydı. Dönen Fincanlar zaman zaman tam yerinde durur ve bütün karnaval ışıklarını ayaklarınızın altına sererdi. Niceleri bu fincanların içinde, sevdiklerine evlenme teklifi etmişlerdi.

Bu Ubsem’in henüz aklının almadığı bir şeydi. O yüzden düşüncelerini hayali tekliflerden uzaklaştırıp, gerçekler yöneltti. Fincanlar neden yıkılmıştı o binanın üzerine? Karnavalın kalanı neredeydi? Ya onlarca çalışanı? Anası, babası?

Sahi, en son kendisine ne olmuştu? Büyük gösterinin, büyük yıldızı olmalıydı?

Anılar bu sorularla sel gibi akmaya başladı kafasının içine. Ubsem korkuyla açtı gözlerini. Bu ani yükleme, ona pek yaramamıştı anlaşılan. Kulaklarından, burnundan ve ağzından göremediği bir şeyler fışkıracak sanıyordu. Ama hiç de öyle olmadı.

Sadece dizlerinin üzerine düştü. Gözlerini kapadı. Ve en son yaşadıkları, bir film şeridi misali akmaya başladı gözlerinin önünden.

Ela gözlerinin içinde oynayan film, sonsuza kadar kapalı gişe kalacaktı. Ama Ubsem bunu henüz bilmiyordu.

* * *

Işıklar dev çadırın dört bir yanındaki tüm gölgeleri tek tek bulup yok edecek kadar parlaktı. Henüz altı yaşındaki bir kız, kararsız gözleriyle büyük seyirci kitlesini süzüyordu. Kulis adını verdikleri küçük karavanın içinde yalnızdı. Günün yıldızı kendisiydi. Bunu hissediyordu.

Üzerinde beyaz dar bir badi ve son derece sevimli tozpembe mini bir elbise vardı. Endişesini giderecek, yanında ne bir anne, ne de bir baba bulunuyordu. İkisi de şu anda kullanım dışı olmalıydı. Biri hasta, diğeri ise kör kütük sarhoştu. Ve karnaval sakinleri artık onları bir yük olarak görmeye başlamışlardı. Neyse ki Ubsem vardı. Küçük kız, kendi yarattığı mucizeler sayesinde burada barınabildiklerini biliyordu. Hem bu gösteriyi başarıyla atlatabilirse annesi için ilaç alabilecek paraya erişebilirdi. Öyle umuyordu.

Metrelerce yüksekte koşacaktı. Tek ve ince bir ipin üstünde. Güvenlik önlemi olmadan. Geleceği kurtarmak için. Daha önce yalnızca üç defa prova etmişti bunu. Ve hepsinde kendisini ipe bağlayan düzenekler bulunuyordu. Metrelerce aşağıdaki yastıklar da cabası. Üçünde de düşmemişti. Şimdi neden düşecekti ki?

Biraz koşacak, duracak, selam verecek ve yeniden koşacaktı. Atlayacak ve zıplayacaktı. Bunlar her zaman yaptığı şeylerdi.

“Canım yaylan bakalım,” dedi kart bir kadın sesi. Kafasını kulisin girişine uzatmış olan bu kadını hiç sevmiyordu Ubsem. Karnavalda çalışan pek çok insanı sevmiyordu. Ama bu kadını, tek bir saniye bile sevememişti. Kullandığı aptalca argodan mı, her an portakal turuncusuna boyanmış ve iğrenç dudakları arasına yerleştirdiği sigaradan mı, yoksa kendisine duyduğu nefretten mi bilemiyordu. Ubsem’in bildiği şey, turuncu dudaklı kadını sevmiyor oluşuydu.

Aklına gelen onlarca çocuksu küfrü yuttu. Onun bir pislik torbası olduğunu ya da burnunun içindekiler hakkındaki görüşlerini kadına bildirmedi. Ailesinin ona ihtiyacı vardı. Ayağa kalktı. Karavanın içindeki aynada yüzüne göz gezdirdi. Gayet doğaldı. Dolgun yanaklarını biraz çekiştirdi. Onlar da pembeleşti. Şimdi tam oldu, diye düşündü.

Büyük bir heyecan ile, kendisine az önce seslenen kadının arkasından karavandan çıktı. Anonsda kendi isminin duyurulduğunu işitti. Seyirciler az önceki çılgınca gösteriyi hala alkışlamakla meşguldüler. Ubsem’in geldiğini pek azı fark edebildi.

Oysa defalarca denediği, son derece ilgi çekici bir girişle dalmıştı çadıra. Havada attığı parendeler izleyicilerin kapsama alanına girmemişti anlaşılan. Anonsu yapan adam eliyle küçük kızı işaret ettiğinde, anca fark edilebildi. Tribünler sahayı bir çember şeklinde çevirmişti. Ubsem ise bu çemberin en dibindeki merdiveni çıkıyordu şimdi.

Seyircilere bakmak yok, diye düşünüyordu. Aşağı bakmak yok. Anne için hiçbiri yok. Birkaç basamak daha…

Ama birkaç basamak daha yoktu. Çok daha fazla basamak vardı. En yukarı varması bir dakika kadar sürdü. Sıkılan seyircilerin boğuk ıslıklarına kulak asmıyordu. Nihayet en tepedeydi. Dönen Fincanlar kadar yüksekte olmalıyım, diye düşündü. Hiç de bile, dedi sonra kendi kendine. Fincanlar biraz daha yüksekte olmalıydı. Ama bu bir şeyi değiştirmiyordu. İp işte önündeydi.

Sevimli bir selam verdi ve minik elleri tatlı dudaklarına dokundu. Bu “Beni destekleyin” anlamına geliyordu. İnsanlar nihayet heyecanlı bir şeyler izleyeceklerini fark ettikleri için, zevkle desteklediler.

Dört bir yan ne kadar da küçüktü bulunduğu noktadan. Ubsem, bu zamana kadar Tanrı hakkında hiç kafa yormamıştı. O da insanları bu kadar yüksekten mi izliyordu? Hepsi bu kadar küçük müydü O’na göre? Belki öyleydi. Belki değildi. Ama işte ip önündeydi. O yardımcısı olsa da, olmasa da ip önünde uzanıyordu.

Bir çan sesi duydu. Bu gösterinin başlangıcını işaret ediyordu. Ubsem gerildi ve bacaklarının el verdiği kadar uzağa sıçradı. İpin üzerine düşmeye değil, ipe tutunmayı hedeflemişti. Öyle de oldu. Kıvrak bir hareketle kendisini sallandırarak yeniden ipin üzerindeki yerini aldı. İşte burası, onun eviydi. Seyirciler bu basit hareketi bile dehşetle alkışlıyorlardı.

Pek de uzaklarda olmayan atlıkarıncanın, neşeli melodisini işitti Ubsem. Neşeliydi. Seyirciler gibi tahrik etmiyor, sadece neşe veriyordu. Parmaklarının ucunda dikkatle yürümeye başladı. Kollarını iki yana açmıştı ve neredeyse hiç sallanmıyordu. Ayakları çıplaktı. İki ayak başparmağına da pembe bir oje sürmüştü. Bu onun uğuruydu. Ayrıca bugün gerçekten de tozpembe görünüyordu.

Birkaç küçük adım daha attıktan sonra koşmaya başladı. Uçarcasına. Ayaklarının ipe dokunduğu anlar gözle takip edilemeyecek kadar kısaydı. Eteği altında dalgalanırken, seyirciler coşku ile uluyordu. Ubsem’in sona varmadan önce yapması gereken birkaç hareket daha vardı. Sonrası bataktan çıkmak demekti. Parlak ve güzel günler demekti. Nispeten huzur demekti. Kısacası çok şey demekti.

Hızını iyice alıp havada bir parende daha attıktan sonra ipin altına inerek birkaç saniye sallandı. Kuvvetini iyice ayarladıktan sonra ellerinden birisini bıraktı ve bu el ile bir salıncakta sallanırmış gibi sallanmaya başladı. Boşta kalan eliyle de seyircilere selam veriyordu.

İleri ve geri.

Gittikçe hızlandı.

Bu numarayı bir yıl önce bulmuştu. Bir salıncakta o kadar hızlı sallanıyordu ki, en sonunda iyice yükselmiş ve tam bir tur atmayı başarmıştı. Kafasının yere dik geldiği zamanki korkusunu asla unutamayacaktı. Ama denedikçe sapkınca –ya da çocukça- bir zevk aldığını keşfetmişti. Ailesinin ise hiç haberi olmamıştı. Olsa da pek umursamazlardı zaten. Bu hareketi tek eliyle ipin üzerinde yapabileceğini daha o zamandan biliyordu.

Şimdi de biliyordu. Eğer hızını iyice aldığında ve başı yere dik bir konuma geldiğinde, eline bir elektrik şoku almasaydı. Çok düşük bir voltajdı. Ama bu parmaklarını ipten ayırmak için yeterli olmuştu. Ela gözleri korkuyla irice aralanırken, o dibe doğru olan yolu yarılamıştı bile.

Kafasının dikine doğru gidiyordu.

İlk defa yanlış yere.

Kara çan seslerinin oraya.

* * *

Seyircilerin çadırı doldurmasından dakikalar önce, karnavalın dış kısımlarında iki adam el sıkışıyordu.

“Para tamam değil mi?”

“Tamı tamına. Kızını bu sona layık gördüğünden emin misin?”

“Sonuna kadar.”

Sarhoş adam ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Alkolün etkisinden değil, yaptığının getireceği şeylerden. Gölgeler iki adamı da gizliyordu. Ama sarhoşun titrediği her halinden belliydi. “Zaten ölecekti,” dedi. “Kanser.”

Diğer adam anlayışla başını salladı ve elindeki siyah çantayı sarhoşa uzattı.

“Kârlı olmasını umuyorum. O işini her zaman tam yapmıştı. Bu gece olanlar seyircileri çıldırtacak.”

Sarhoş adam birkaç saniye daha yalpaladı.

“Üstelik kızının adı da bir daha hiç unutulmayacak. Sahi adı ne demiştin?” zevkle iç geçirdi. “Ahh, seyirciler bu finale bayılacak,” dedi.

Gölgelerin içinde bir yumruk patladı. Parayı uzatan adamın kırılan çene kemiğinin sesi, karnavalın neşeli müziği arasında kaybolmuştu.

“Ubsem,” diyebildi adam.

* * *

Küçük kız beyaz kremaya benzettiği karın üzerinden ayağa kalkarken ağlamıyordu. Herhangi bir şey hissedebileceğinden de emin değildi zaten. Kanser de ne demekti ki? Babası o parayla ne alacaktı? İlaç mı? Şarap mı? Çok lazım olmalıydı. Ama olan olmuştu işte.

Burada olmaması gereken karnavalın kalıntılarını incelemeye devam etti. Kar kütleleri neredeyse her şeyi esir etmiş ve gözden silmişti. Küçük kız emekleyerek ileride gördüğü dev kar kütlesine doğru yöneldi. Kütle son derece geniş ve yüksekti. Ubsem yığının dibine vardığında bunun ‘o’ çadır olduğunu düşündü. Seyircilerin coşkuyla onu alkışladığı çadır. Ölümüne gittiği çadır.

Kütlenin etrafında dolanarak çadırın girişini buldu. İçeri girerken kafasında bazı sorular vardı. Herkesin gideceği yer burası mıydı? Yolun sonu, diye tabir ettikleri o şey bu muydu? Aptal bir karnaval çadırı mı?

İçeri girecek ve bunun hesabını soracaktı. Orada her kim varsa, küçük yumruklarıyla ona gününü gösterecekti. Bir çadır öyle mi? Gideceğim yer, bir çadır öyle mi?

Hırsla ve dolu dolu gözlerle çadırın perdesini araladı. İçeri girerken tek bir damla süzüldü gözlerinden.

Orada bir yerlerde, birkaç melek neşeyle Ubsem’in Cennet’e girişini izliyordu.

SON

Ekim 2009

Bir Yorum Yap