Hazretleri İnkisarıhayal

“Bu bedenin öldüğünü hissediyorum, Lindsey. Her geçen saniye eridiğini hissediyorum. Bu şey tarafından içten içe yeniyor. Bu bir kanser. Bu ruh…”
Darla, “Angel”

1. Cepteki Kırık Hayaller

Bazı insanlara fırsat verirseniz, size duydukları sevgi ve saygıyı bir kenara koyup; sizin uçurumdan aşağı düşmenize yardım etmek için ellerinden geleni yaparlar. Yarım gram rikkat etmeden üstelik. Bunun kaba bir davranış olduğunu, bir insana yakışmayacağını düşünebilirsiniz. Sonra birden siz de atıverirsiniz birilerini, bir yerlerden. Birileri düştükçe bir yerlerden, çarklar döner ve birilerinin gözüne girmeye devam eder. Yakalarsa birini, biri çavdarlar arasında…

Bu insanın yapısıdır. En saf bireyin içinde bile bulunur. Aniden var olur, hiç yoktan. Yârinizin dudaklarının ne kadar tatlı olduğunu düşünürken; sonraki an şuracıktan kayıp düşse ne biçim yamulur o ağız, o gülüş, o dudaklar, diyebilirsiniz. Diyemez misiniz? Bilemezsiniz. Fırsat bulana kadar haberiniz bile olmaz çünkü. Ama yine de, anlatmak istediğim öykü birbirlerini kucaktan kucağa, uçaktan uçağa ya da uçurumdan uçuruma atan insanlar hakkında değil. Nispeten değil. İnsanlar değil, sokaklar hakkında daha çok.

“Kadıköy sokaklarının insanı küçümseyen gücünü asla hafife alma!” derim kendime sık sık. Almam da zaten. Sokakların bile küçük gördüğü bir inkisarıhayalim. Adım Yakup. Boş zamanlarımda hayaller kırıp ceplerimi onlarla dolduruyorum. Sonra elimi her cebime attığımda kanıyor ellerim. Elleri cepte gezen birisi için, cepteki kırık hayaller hayli sıkıntı teşkil eder. Bu vakte kadar sadece kendi hayallerimi kırmadım. Hayatına girdiğim herkes için bir inkisarıhayal olduğum doğrudur. Annemi bu kümenin dışında tutabilirim sanırım, kendilerinin sahip olduğu rikkat; peygamber efendimizde dahi olmayabilir. Düşündüğümde… onun eline geçen hiçbir fırsatta, beni uçurumdan atmadığını görebilirim. Ama düşünmem. Belki başka birilerini atmaktan bana sıra gelmemiştir. Ne kaba bir düşünce! Merhumun arkasından ne biçim konuşuyorum ben öyle!

Her neyse. Dediğim gibi adım Yakup. Tüm bunları ölen kelimeler, değişen sokaklar ve kırılan hayaller aşkına anlatıyorum. Görmenizi ve anlamanızı diliyorum. Değişip duran Kadıköy sokaklarının dahi aşağıladığı beni, bazı cevaplara götüreceğinizi umuyorum. Belki cevaplarınızda muvakkat da olsa bir rahatlama bulabilirim.

Belki de bulamam. Bari ölmese kelimeler de daha az dertlensem…

Ölüyorlar ya. Ulan ölmesenize!

2. Azrail’in Kellesi

Yirmi dört yıldır, bunun bir gün nihayete ereceğini; özel bir dokunuşla tüm hayatımın değişeceğini, en azından olması gerekene döneceğini umup durdum. Yanıldığımı anladığım gün; hayatta yapayalnız kaldığım günün ta kendisiydi. Annemi yağmurlar eşliğinde köyüne uğurlarken kendimi tezlil edilmiş hissediyordum. Annem bir kelime değildi ve ölmesini feci derecede yadırgamıştım. O vakte kadar ölen tek şeyin kelimeler olabileceğine inanmakta ısrarcıydım hâlbuki.

Sokaklar bir yana, bir de ölüm tarafından aşağılanmış hissettim kendimi. Sokaklara istediğim gibi kızabilirdim; cevap veremezlerdi. Ama Allah’ım, senden ve Azrail’den ölesiye korkarım… Ölüm meleğinden ölesiye korkan o adamım işte ben. Bir sihirbaz edasıyla şapkaya daldırsam elimi; Azrail’in kellesini tutar çıkarırdım çünkü oradan. Bana sırıtır, eğlenirdi benimle. Canımı alırdı sonra. Kızamazdım bu yüzden.

Öyleyse ne yapacaktım? Dışarı çıkıp kızılması daha münasip bir hasım bulacaktım tabii ki. Hiçbir şey yokmuş gibi çıkacak, bir yere, örneğin Akmar Pasajı’na gitmeye niyet edecektim. Adım gibi bildiğim halde Kadıköy sokakları değişip duracak ve ben aynı caminin etrafında dönüp dururken vakit geçip gidecekti. Soramayacaktım kimseye. “Akmar Pasajı’na nasıl giderim yav?” diyemeyecektim. “Bir inkisarıhayale daha katlanamam,” diyordum içimden. Adamın bana, “Akmar’ı bile bilmiyor namussuz!” bakışı atmasına dayanamazdım. Çeker vururdum Alimallah. Vuramazdım ya da. Vurmayı ister, bakışlarımla adamı döver; ama hakikatte gıkımı bile çıkartamazdım. Belki adam bile bilmiyor, Akmar nerede? Neredeyse nerede ulan! Hem değişmese sokaklar, ben çok iyi bilirim orası nerede!

Sonra sokak tabelalarını, kaldırım taşlarını, duvarları falan tekmelerdim de; sadece canımı yaktığımla kalırdım. Kadıköy bu, benim tekmelerimle mi yıkılacak koca semt? Yine de neden sonra bulacağım Akmar’ı. Niyetim tamamen sönene kadar bekleyecekler; ve pat diye karşıma çıkaracaklar koca sahafı. Sanki, “Seni maliksiz hergele, sahibin olmasa tuvaletin deliğini bile tutturamazsın sen!” dermişçesine belirecek işte aniden önümde. Öfkemden kudursam bile hiçbir şey yapamayacağım.

Ellerim cebimde eve geri döneceğim. Belki sonra ellerime pansuman da yaparım, kanayacaklar yine.

İşte, gördünüz. Bir hayal, bir niyet daha parçalandı öylece. Ben birkaç kitap alıp aklıma mukayyet olmak için onları kurcalamak hevesiyle kitap pasajına gitmek istesem; akın edecek olan onca düş yüzünden, bu arzudan yine mahrum kalacağım. Akmar’a varacağım, evet. Ama içimdeki alev söndükten sonra, öyle pasajı ben neyleyeceğim?

Bakın, bir yerden sonra aşağılanmakla yüceltilmek aynı konuma gelebilir. Yüceltilmek nedir, hiçbir fikrim yok ama; varmak istediğim noktanın vahametini görmenizi isterim. Akla kara bir olur mu hiç? Yeteri kadar kara varsa; akın da karadan sayılacağına dair her türlü iddiaya girerim.

Ama neden? Ellerim neden kanıyor ve ölüm bir yana, sokaklar bile beni neden aşağılıyor? O acımayla karışık müphem bakış neden sabit yüzlerde?

Size ne yaptım? Sizden biri olmayı istemek dışında, insanlığa ne yaptım?

3. İnsanları Aşağılama Komitesi

Ruhum son raddeye kadar karardıktan sonra dışarı çıktım. Hava aydınlık, ruhum karanlıktı. Kadıköy’de insanlar işlerine güçlerine giderken ben de kafamın dikine doğru gidiyordum. Eğer gideceğim yeri bilmezsem, sokaklar sürekli değişip duramaz ve ben de aşağılanmam diye düşünmüştüm. Eğer kimsenin yüzüne bakmazsam, kimsenin o nedensiz surat ifadesiyle karşılaşmam diye düşünm… Eğer gözlerimi kaldırım taşlarından çekmez ve çizgilere basmamaya gayret edersem…

Eğerlerin boğarak öldürdüğü o adam olurum. Adli tıp ölümüme dair hiçbir karine bulamaz ve ölümüm de yaşamım gibi müphem bir şekilde havada asılı kalır.

Havada asılı kalacaksam, bunun bir yağlı ilmeğin ucunda; altımda devrilen sandalyeyle birlikte gerçekleşmesini isterim. Havada çırpınır, ellerimle boğazımdaki ipi söküp atmaya çalışırdım. Soluklarım veda ettiğinde, ben de gitmiş olurum ve o zaman; en azından ölümüyle ses getirmiş bir adam olabilirim. Ölesiye korkmama rağmen üstelik… Manşetleri görebiliyorum:

“HAZRETLERİ İNKİSARIHAYAL EVİNDE ÖLÜ BULUNDU. ÖLÜM SEBEBİ İNTİHAR!”

Gözyaşları Kadıköy sokaklarını yıkar…

Yıkamaz.

Yıkar.

Yıkamaz.

Yıkar diyorum, niçin diretiyorsun?

Yok, yıkamaz.

Terfi aldığımı iç seslerim birbirleriyle dalaşırken öğrendim. Üstüme kara bir çadır bezinden bozma pankart düştü. Altından kurtulduğumda haliyle üzerinde yazılanlara baktım, nereden düştüğünü önemsemeksizin: “Tebrikler! Terfi ettiniz! Kadıköy Sokakları sizinle gurur duyuyor! Yeni işinize başlamak için lütfen yeniden kaybolmayı deneyin! – İnsanları Aşağılama Komitesi

Harikulade bir haberdi. Hastalıklı düşüncelerim gerçeklikle örtüşmeye devam ettikçe, hastalıklı düşmekteki haklılığımla mest oluyordum.

Sonra ellerim kanar, ben kaybolurum. Bilirsiniz.

* * *

O aşağılık adamların yüzlerini hiç göremedim. Yüzleri yoktu. Aşağılamaktan ya da aşağılanmaktan yüzleri eprimişti belki de. Benim yüzüm var mıydı acaba? En son ne zaman aynaya bakmıştım? Belki de bu yüzdendi o müphem bakışlar… Ellerimle suratımı yokladım, hepsi yerindeydi.

Halime güldüler.

Ben de onlara güldüm.

Sokaklar da bizimle birlikte güldü.

Kaybolma hızıma kendim bile şaşırmıştım. Rıhtım’a ineyim de martıların yüksek sedalarıyla yalnızlığımı pekiştireyim, diye niyetlenmiştim. Pat! Kayboluverdim.

Daha doğrusu, sokaklar beni kaybetti. Sokaklar o günün sonunda çok şey kaybetti bana kalırsa. (Bana kalmaz asla.)

O an neredeyse resmi iş görüşmesi sayılabilecek bir buluşmaya kot ve tişörtle gitmiş olmanın hüznü kapladı içimi. Adamlar beni terfi ettirmişti; bense sanki bakkala ekmek almaya çıkmış bir eda takınıyordum. Bozuntuya vermemeye çalıştım.

“Demek terfi edildim,” dedim.

“Öyle oldu,” dediler.

“Artık aşağılık bir insan olmaktan fazlası mıyım?”

“Bundan fazlası âdemoğlu için bir hayal.”

“Hayalleri kırmak bizim işimiz,” dedim. Nihayet özgüven salgılayabileceğim bir konuya parmak basmıştık.

“Biliyoruz. Ellerinden anlayabiliyoruz. Sokaklar, ölüm, kelimeler, insanlar… neden? Tüm bu istihfaf, sence neden?”

“Çünkü…” Biraz düşündüm. Mantıklı bir sebep aradım. Aklımın erdiği andan itibaren kafamda dolanan bu sorunun cevabını son gayretle, yeniden düşündüm. Düşündüm. Düşündüm… ve dedim ki: “Çünkü öyle olması gerekiyor!”

“Fakat neden?” demediler. Nedensizlikten boğulacak gibi olmuştum. Neden demediler. Ruhum boğulmaya çok alışmıştı. Nedensizlikten, eğerlerden, dünyadan boğulmak üstüne tezler yazabilirdim. Cevaba açtım. Açlıktan nefesim kokuyordu; ancak cevapsızlığımı giderirsem bir balon gibi sönmekten korkuyordum. Tarifi olmayan bir korkuydu bu.

“Terfi de olduğuma göre… sırada ne var?”

Akşam olmak üzereydi. Daha evvel hiç tanımadığım o sokakta, İnsanları Aşağılama Komitesi ile edildiğim terfi üzerine konuşuyorduk.

“Sırada ruhun var. Sanıyoruz bir o kaldı.”

Bu bir kanser…

“Öyle mi?”

“Öyle.”

Dilimin ucuna kadar geldi. Deliler gibi bağırıp, “NEDEN!” dememek için kendimi zor tuttum.

“Ruhun buna dayanamıyor. Tüm bu azabı kaldıramayacak kadar güçsüz düştü. Üstelik eskiden sana acıyordu; şimdiyse neredeyse o da en az sokaklarınki kadar aşağılık buluyor seni. Durduramıyoruz. Aslında… katkıda bulunuyoruz daha ziyade; ama orasını karıştırmayalım.”

Bu bir kanser. Bu ruh…

“Şimdi ne olacak peki?”

Yüzsüz adamlar geri çekildi. Güneş de iyice çekilmişti. Sokak lambaları yanıyordu artık. Ötede, birkaç lamba ileride bir sandalye vardı. Lambanın tepesinden bir ip, ipin ucunda da bir ilmek sallanmaktaydı. Yağlı ilmek.

İler tutar yanım kalmamıştı. Eskiden, ben küçük bir adamken sokak lambalarını Allah sanırdım. Her birini değil tabii. Evimizin yanındaki, alt geçidin girişini aydınlatanı daha çok. Şahane aydınlatırdı çünkü mübarek. Sanırım bir, iki yıl kadar bu hayale yürekten inanmıştım. Yüceydi bir kere, yüksekti. Karanlık bir alt geçidin girişini aydınlatıyordu. Kalpleri aydınlattığı gibi hani. İnancın ışığıydı o.

Ya şimdi? Dayanamayan ruhumun azabını sonlandırmak için, altındaki o mağrur sandalyeyi aydınlatıyordu. Bu bir hastalık… İnancı ve kalpleri aydınlatan o kutsal sokak lambası nerede?

Ve kelimeler, neden telef olur, kelimeler?

Sandalyeye yürüyüşümü izledi komite. Sandalyeye yürüyüşümü izledi sokaklar. Yürüyüşümü izledi kelimeler. İzledi ruhum. Bekledi ilmek ve ölüm.

Havada çırpınışım, ipi söküp atmaya çalışan ellerim, veda eden nefesim… özellikle son nefesim! Tam hayalimdeki gibiydi. Bozguna uğramayan tek hayalime aşkla sarıldım. Hayatımda yaşadığım inkisarıhayal olmayan o tek lahzaya tutunmaya çalıştım. Hepsi mükemmeldi ve ben manşetleri görebiliyordum.

Artık havada asılı kalmak zamanıydı.

Bu ruh…

SON

5 Nisan 2012

6 Yorum

  1. Gerçekten okurken, sanki Yakup gibi benim de yaşamımı sıkan bir şey vardı, boğazımı sıkan bir zincir gibi. Yazının sonuna kadar soluksuz kaldım sanki, sıkışmış gibi. Gerçekten çok güzel bir öyküydü, ellerine sağlık.

  2. Eylül Ecem Durak |

    İlk defa bloğuna girip bir yazını okudum Onur ancak yukarıdaki yorumcunun da belirttiği üzere “o kadar Yakup oldum” ki, tüm yazılarını okumayı planlıyorum. Tebrik ederim, tadı damağımda kaldı çok güzel bir yazıydı.

    • Ne diyeceğimi bilemiyorum Eylül, teşekkür ederim. Senden böyle bir yorum almak ayrıca güzeldi. Sağ olasın; yazacak güç, yaşayacak enerji verdin.

  3. Merhabalar.
    İlk okudğum öykünüz. Hangimiz Yakup değiliz ki, hangimiz ceplerimizi kırık hayallerimizle doldurmuyoruz ki. Ellerimiz kanıyor, kesiliyor hatta sadece ellerimiz değil ruhumuz, paramparça oluyor. Bu ruh… Çok beğendim diğer yazılarınızı da okumayı planlıyorum. :)

Bir Yorum Yap